İnsan dünyaya sahip olduğunu zannediyor. Ne garip! Oysa “benim” dediği hiçbir şey onun değil. Hatta kendine bile sahip olamayacak birinin bir başka şeye sahip olabileceğini zannetmesine de hayret ediyorum ben. Ha elbette ben de buna dahilim. Zira insanım ve noksanım.

Dünya sahip olunacak bir yer değil yani kâri, en fazla ve belki de şahit olunabilecek bir yer. Hem kanaatimce insan da bir şeye sahibi olacak ya da öyle denecek bir varlık değil. Olsa olsa emanetçi denebilir. Hatta böylesi daha güzel ve bence böyle densin. Canını bile kendinde emanet sayanlar dünyalık hiçbir şeye sahip olamayacaklarını da anlarlar bence. Hem tehlikli de bir durum bu. İnsan ne dünyaya sahip oldukça bir yerden sonra dünya da en az o kadar ona sahip olmaya başlıyor.

Hem dünyada tam olan hiçbir şey yok ki. Her şey yarım ve her şey eksik kalıyor burada. Mezarlar “yarın yaparım” diyen ama yarını göremeyenlerle dolu. Bir saniye sonrasına garantisi olmayanlar bir sene hatta on sene sonrasının planlarıyla yaşıyorlar. Ha elbette yaşayacaklar. On sene sonrasını da dahasını da planlayacaklar ama bir nefes sonrası için bir taahhüttün olmadığını bilerek.

“Burası dünya, burada işler hep yarım kalır” diye bir cümle hatırlıyorum ve çok doğru ve hakikatli bir cümle bence. Tamamlanan bir yer değil burası yani. Eksik olanın tam bir şeyi yapması da mümkün değil ki. Hem kabul edelim insan dediğimiz yani biz, hepimiz, kusurlu eksik ve noksanız. Bunu bize her an hatırlatan bir şey de var aslında dünyada. Unutuyoruz çoğu zaman ama hatırlamamız için çok da uzaklarda aramamıza gerek yok. Adı ölüm ve aslında nasihat olarak insana da yetiyor, yetmeli. Hoş, insan onca ölümü görmesine rağmen kendisi ya da yanında yakınında birisi hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyor. Ne vakit yakınında birine uğrasa ölüm meleği işte o zaman hatırına getiriyor ama o da çok uzun sürmüyor. Hem Hüdâyi ne güzel söylüyor;

Kim umar senden vefayı

Yalan dünya değil misin?

Muhammed-i Mustafa’yı

Alan dünya değil misin?

“Ölüm” ürkütücü bir kelime ve Türkçe. Kaynaklara göre de ilk olarak dokuzuncu asırda kayırlara geçmiş. Nereden geldiğini ve neden böyle söylendiği tam bilinmiyor. Kelimenin eskiden daha çok kullanılan ve Arapça’dan gelen karışlığı ise “Mevt” ve bugün de kullandığımız “mevta” da buradan geliyor ve biz tekil kullansak da aslında çoğul bir anlamı var ve “ölüler” demek oluyor. Bunun tekil hali ise “Meyyit” ve bu kelimeyi çok da kullanmıyoruz. Tarihte anlatılan bir hikâyede “Meyyitzâde” diye birini hatırlıyorum şimdi; ölü kadının oğlu. Merak edenler ararlarsa hikâyeyi bulurlar sanırım. Bir de “hayat memat meselesi” var ki burada da “memat” ölüme demek.

Peki satranç oyununda kullanılan bir tabirin de ölümle bir alakası var desem. Bana garip geldi belki size de gelir. Oyunda karşıdakini yenmeniz için şahı almanız bir nevi öldürmeniz gerekir ve oyunun jargonuna göre de bunun için “şah çekmek” diye bir tabir kullanılır. Şah artık kurtulamayacaksa da yendiğinizi söylemek için “şah mat” dersiniz. Yani şah, öldü.

Neyse ben ölümden bunca bahsetmişken yine de bir şiirle bitirmiş olayım. Mehmet Akif ölümü şöyle tarif ediyor:

Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber

Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?