Diziler bahsine bugün noktayı koyuyoruz. House MD’den sonraki iki büyük favorimiz,
“Sherlock” ve “Luther.” Her ikisinin de İngiliz işi olmasını not etmek lazım.
Sherlock
(Ortalama puan: 4,4)
İngiliz BBC yapımı Sherlock, günümüzde geçen bir Sherlock Holmes hikayesi.
Fikir: 4 Günümüzün Londra’sı, günümüzün taksi şoförleri, günümüzün akıllı telefonları vs… Fakat, ayırt edici tarafı, senaristlerin, Arthur Conan Doyle’un yazdığı şekliyle Sherlock Holmes hikayesindeki olaylara sadık kalması. Bu ilk bakışta kolay, ikinci bakışta oldukça zor bir şey.
Karakter: 5 Birincil karakter Sherlock hakkında söyleyecek yeni bir şey yok, iyi, hoş, yerli yerinde. Ben ikincil karakter olarak Dr. Watson’a dikkat çekmek istiyorum. Dizi ekibi, sosyopat anakarakter Sherlock’u insani sınırlar içerisinde tutmak, nadiren de olsa insanca davranmasını sağlamak üzere Dr. Watson’ı çok iyi kullanıyor, Dr. Watson adeta kaçınılmaz bir karakter oluyor. Diğer deyişle; evet, Sherlock Holmes olmazsa hikaye olmaz, ama John Watson olmazsa da hikaye çöker. Bilhassa üçüncü sezonda karakter odaklı bir hikayeye evrilen Sherlock, bilhassa bu son sezondaki atağıyla 5 üzerinden 5’i hak ediyor.
Olay örgüsü: 5 Format olarak, her bir bölümde farklı bir vakayı ele alan dizide, ana hikaye Sherlock ile başdüşmanı Jim Moriarty’nin mücadelesi. Bulmacalar kolay gibi görünürken zorlaşıyor, zor zannedilen bulmacalar “basit” düşünüldüğü takdirde kolaylaşıyor. Olay örgüsü-karakter ilişkisi bağlamında Sherlock’ta ilk sezon, doğal olarak, karakter tanıtımı ve hikayenin ortaya dökülmesi yoluna gidildi. İkinci sezonda ise bu ilişki müthiş bir uyumla yürütüldü ve ben dahil hemen herkesin “Sherlock’un en iyi bölümleri” olarak işaretlediği “A Scandal in Belgravia” ve “The Reichenbach Fall” bu sezonda ortaya çıktı.
Görüntü-Ses: 4 “Her bir bölümü sinema filmi havasında hazırlanıyor” demiştik. Senaryoya ilaveten, görüntü ve ses bandından da yola çıkarak söyleyebiliyoruz bunu, çok iyi. 5 değil de 4 vermemizin sebebi ise, dizinin üçüncü sezonunda belli ki hedef kitlesinin yaş ortalamasını düşürmek isteyen yapım ekibinin bilhassa görsel açıdan hafif numaralara başvurması.
Kanaat notu: 4 Gizemli cinayetlerin yanında terör olaylarına da değinen Sherlock, Amerikan ve İngiliz sinemasındaki “terörist=Müslüman” bakışından uzak duruyor. Doğal ama 11 Eylül’den sonra mumla aranan cinsten bir tutum. Bir de, Dr. Watson’ın bölüm boyunca Sherlock’u tekme tokat dövdüğü “The Empty Hearse”te, en sağlam dayağın “helal” dürümcüde atılmış olmasını şahsen şık bir espri olarak not ettim. Yine de, günümüzün kozmopolit Londra’sında Pakilere, Hindulara da selam verilebilirdi. Verilebilseydi kanaat notu 4 değil 5 olurdu.
Luther
(Ortalama puan: 4,2)
Bir başka BBC dizisi olan Luther da günümüzde geçen bir hikaye. Dedektif John Luther işinde de, sosyal hayatında da, kendiyle başbaşa kaldığında da sorunlu bir adamdır. Bir tarafta işler yolunda gider, ama o tarafta işlerin yolunda gitmesi öbür tarafta probleme neden olur. Bir tarafta zuhur eden problem, öbür taraftaki krizin çözülmesine yol açar. Böyle devam eder.
Fikir: 3 Klişenin klişesi bir fikir, “sorunlu polisin dramı…” Fakat, mevzubahis polisin kanun-adalet ayrımına kafayı takması ve buradaki çarpıklıkların da zorlamasıyla insani durumlara yönelmesi, nihayet vakaları bu yolla çözmesi Luther’ın artı puanı.
Karakter: 6 Luther’ın en iddialı olduğu bahis karakter bahsi. Bir kere, anakarakter dedektif John Luther, oldukça tutarlı, aydınlık ve karanlık yanlarıyla oldukça güçlü bir karakter. Diğer yandan belli başlı yan karakterler de hem hikayeyi, hem de bizatihi John Luther karakterini derinleştiren elemanlar olarak çok iyi kullanılıyor. Bunlar öyle iyi yazılmış yan karakterler ki, her birinden ayrı bir anakarakter, ayrı bir film yapılabilir ve normalde 5 üzerinden verdiğimiz puanı 6’ya çıkarabilirler! İzlemiş arkadaşlar için de izleyecek olanlar için de Erin Gray karakterine daha dikkat kesilmelerini tavsiye ederim. Sadece John Luther’ın değil, Avrupa menşeli hukuk yoluyla bizim de temel problemimiz olan “kanuna mı uyacağız, adaleti mi arayacağız” ikileminde, Erin Gray çok kışkırtıcı bir rol oynuyor. Bir kanunperest olan Erin Gray’i şahsen “bizim” paralel tayfanın elemanlarına çok benzetiyorum. Ortadaki kocaman kocaman adaletsizliklere rağmen “kanun da kanun” diye tutturan bir zavallı…
Olay örgüsü: 3 Maalesef, bu çok güçlü karakterler, olay örgüsünde yeteri kadar rol oynayamıyor. Her sezonda güçlü bir girişle güçlü bir örgü vaadedilirken, ortalarda ana hikaye dengesini kaybediyor, ancak iyi karakterler sayesinde tümden yıkılmıyor. Derken finale doğru yapı tekrar tahkim ediliyor.
Görüntü-Ses: 5 Anakarakter John Luther’in sert, sorunlu, rahatsız edici vaziyetine paralel bir görüntü ve ses bandı var Luther’in. Aykırı (ama kesinlikle lüzumsuzca yahut “artistlik” kastıyla yapılmamış) kamera hamleleri dikkat çekici.
Kanaat notu: 4 Luther da kolaya kaçıp “Zaten başımıza ne geliyorsa hep bu İngiliz olmayanlardan geliyor” demiyor. Tam aksine, dizi boyunca karşılaştığımız arızanın arızası, sapığın sapığı suçlular safkan İngilizler. Hani şu son zamanlarda internette filan ironiyle dile getiriyoruz, “Müslüman yapınca adı ‘terörist’, siyahiler suça bulaşınca ‘çete işi’, beyazlar yapınca ‘psikolojik sorunlu’ oluyor” diye… Luther da bu noktada bizim gibi düşünüyor. Ancak, bir iki bölümdeki mahsurlu temalar ve olaylar nedeniyle de bir puan kırmamız gerekiyor.
Breaking Bad
(Ortalama puan: 3,4)
Fikir: 4 Dikkat çekici bir karakter dönüşüm hikayesi.
Karakter: 3 Anakarakter W. Walter ve ikincil karakter J. Pinkman çok iyi. Walter’ın karısı Skyler ve bacanağı Hank ise zaman zaman tutarsızlıklar arz ediyor.
Olay örgüsü: 3 Olaylar çok yavaş cereyan ediyor, ancak ikna edicilik açısından bu herhangi bir probleme yol açmıyor. Fakat, dördüncü sezon, ana hikayeyi bile aksatacak derecede yavaştı. İlaveten, ilk sezonda tohumları atılan bazı yan hikayelerin, ilerleyen sezonlarda unutulup gitmesi ise ciddi bir eksiklik.
Görüntü-Ses: 4 Bağımsız Amerikan sineması tarzına uygun bir yapıda düzenlenmiş görüntü ve ses bandı takdire şayan.
Kanaat notu: 3 Mevzubahis “bağımsızlık” nedeniyle argo kullanımı fazla. Beri yandan, bu “bağımsızlık” sayesinde Amerikan yozlaşmasının boyutları hakkında kıymetli ipuçları verebiliyor. Karakter tutarsızlıkları ve dördüncü sezondaki aksama da bütüne ilişkin eksi puan vereceğimiz kadar mühim.
Prison Break
(Ortalama puan: 3,4)
Fikir: 5 Hapishaneden kaçış planı yapan, ancak bunun için kendini hapse tıktıran bir elemanın hikayesi.
Karakter: 2 Hemen hiç karakter bahsine girilmemesi, insani hikayelere hakkıyla verilmemesi, Prison Break’in en olumsuz tarafı.
Olay örgüsü: 4 İlk iki sezonda karakter-engel-çatışma prensibini, kronometreleri çatlatacak derecede yüksek bir tempoda yürüten muazzam bir işti Prison Break. Müthiş bir temel senaryo dersi gibiydi. 5 üzerinden 6’yı hak ediyordu hatta. Ancak üçüncü ve dördüncü sezonlardaki “sündürülmüşlük” hissi, puanını 4’e kadar düşürdü.
Görüntü-Ses: 2 Minimum standartlarla yetinen görüntü ve ses bandı.
Kanaat notu: 4 Amerikan bağımsız tarzı hapishane filmlerindeki temalara girilmiş, ancak klasik Amerikan sinemasındaki muhafazakarlığın korunmuş olması önemli bir nokta. Normalde yapmadığımız bir şey ancak, ilk iki sezondaki muazzam tempoya da kanaat notunu hayli yükselten bir husus olarak yeniden dikkat çekiyoruz.
Lost, Fringe ve J. J. Abrams’ın tüm projeleri
Fikir: 5 Her zaman çok çarpıcıdır.
Karakter: 4 Genel olarak karakterler iyi yazılmıştır.
Olay örgüsü: 1 Hep müthiş başlar, ama hiç sonunu getiremez.
Görüntü-Ses: 1 Minimum standartlarda yürür, hikayeye paralel görüntü ve ses oyunları hiç yoktur.
Kanaat notu: 0 Herkes para kazanmak ister, ama J. J. Abrams, hikaye anlatmak gibi bir derdi olmadığını ispatlamak istercesine seyirciye saygı duymadan para kazanmak ister. Hatta çoğu zaman saygısızlık hakaret boyutuna varır.
Ortalama puan: 2,2
Supernatural: İki kardeşin babalarının izinde bir maceranın peşine düşmeleri iyi. Fakat hafifmeşreplik ve itikadi yönden bize ters gelecek unsurlar çekincelerimizi arttırıyor.
Dexter: Çıkış fikri sadece bizim için değil, bütün insanlık için sorunlu. Geçiniz.
Black Mirror: Her ne kadar Batı’nın çürümüşlüğüne objektiflerini doğrultsa da, çok kaba, çok pornografik.
The Mentalist: Anakararter itibarıyla iddialı başlayan, ama hızla iddiasını unutan; basit bir bulmaca gibi, sudoku gibi yavan bir iş.
Game of Thrones: Yapmayın arkadaşlar, çok büyük bir hikaye anlatıyor bile olsa pornografik üslubu insana hakaret derecesinde iğrenç. Zekanıza da, beğenilerinize de, kabullerinize de hakaret. “Ama şöyle karmaşık, böyle enteresan, amma da muazzam bir hikaye” demenize izin vermeyecek derecede büyük hakaret. Lütfen.
True Dedective: Alfred Hitch-cock, “Seyirci her filmin ilk 15 dakikasında inanılmaz derecede sabırlıdır” der. Büyük yönetmenler için hadi bu süreyi 30 dakikaya çıkaralım. Fakat, True Dedective, ilk 30 dakikasında bile ana meselesini ortaya atamayan bir iş. Buna rağmen, “Dur bakalım toparlanacakmış, çok övdüler bu işi” demeyin lütfen; Cumartesi yayınlanan yazımızı hatırlayın ve rafa kaldırın.
Fargo: Normalde, “Zaten filmi çok güzel, neden dizisini izleyesiniz ki…” derdim, velakin, 1996 yapımı Fargo filminin yönetmenleri Coen kardeşler, İsa Aleyhisselam’a küfredecek derecede ahlaksız tipler. Ahlaksız zekayı reddediyoruz.