Bizim Mevlâna’nın (İdris) bir mısraı var.

Bütün zamanlarda ve mekân-larda, bütün derdimi tam olarak ifade eden bir mısra.

“Bir kum tanesiyim ama, çölün derdini taşıyorum.”

Bazı sözler vardır. Fenâ kıyaktır.

O sözü söylersin ve üzerine başka bir şey söylemeğe lüzum kalmaz.

Mevlâna’nın söylediği de öyle bir söz.

Bazen, biri kederimi sorsa da, ‘bu mısraı’, taşıdığı ‘anlam ve ferasetin’ lezzetini ‘hissederek’ ve ‘karşımdakine hissettirerek’ söylesem dediğim oluyor.

Şimdiye kadar ne soran oldu, ne de ben bu güzel cevabı verme fırsatı buldum.

Bunun sebebi, ‘kederimin’ bilinmemesi ve fark edilmemesi filân değil.

Hepimiz, ‘çölün derdini taşıyan birer kum tanesiyiz.’

Ve birbirimizin derdinden haberdarız…

Şimdi kalkıp, ‘peki, çöl nedir, yahut hangi çöl?’ diye sormazsınız inşallah.

Şayet sorarsanız en başından anlatmaya başlarım.

Hikâyemiz Bezm-i Elest’te başlar çünkü.

Bezm-i Elest’te başlar ve ‘AK Parti’ ile olan ‘alâkamıza’ kadar varır.

‘AK Parti’ ile de kalmaz.

‘Bezm-i Elest’i, AK Parti’ye nasıl bağladığımı da sormazsınız inşallah.

***

‘Zor zamanlarda konuşmak’ başka, ‘zor konuşmak’ başka, ‘zor’u konuşmak başka.

Şükür, bize hep ‘zoru’ konuşmak nasip oluyor.

Üstelik, zor zamanlarda.

Bunun kolay olduğunu sanmak yanlış olur.

Zor zamanlarda konuşmak da, zoru konuşmak da, iradi kuvvet ve şecaat (bahadırlık) ister.

‘Söylenmesi gerekeni’ söylemeyi ‘zor kılan’ baskı ve tahakküm ortamları değildir sadece.

Bazen tam tersi, ‘baskı ve tahakkümün söz konusu olmadığı’, ilim, sanat, muhabbet ve eğitim ortamlarının da benzer tesiri olur.

‘Kol kırılsın, yen içinde kalsın’ fikri de susturur insanları.

Her ne sebep olursa olsun, söylenmesi gerekenden ‘bizi beri tutan, iradî kuvvetimizi ve şecaatimizi kıran’ şeyin ne kendimize, ne içinde olduğumuz meclise bir hayrı olur.

Ne pahasına olursa olsun ‘yanlışı da, doğruyu da’ söylemek gerekir.

‘Kimsenin sormasını beklemeden.’

Mübârek ‘Kur’an’ da bunu öğütler bize.

Yani, ‘Emr-i bi’l ma’rûf, nehy-i anil münker’i.

Yanlışın ve doğrunun ‘önem şiddeti’ mühim değil konuşmak için.

Bazen bir ‘tavsiye’ de bu sınıfa girer.

‘Söylenmesi gerekeni söyleyeni’ ayıplamak, özre zorlamak, kınamak, cezalandırmak edep, irfân ve üslûp eleştirileri yapmak, o kişinin‘iradî kuvveti ve şecaatine’ hâlel getirir.

‘Baskı ve tahakküm’ kadar, ‘idare-î maslahat’ ve ‘dengeler adına susmak’ da ‘ziyâna ve günâha’ sokar bizi.

İbn Haldun, çöllerin ücrâsına çekilmiş bedevilerin ‘şecaatlerini yitirmeyişlerini’ ‘câhil ve vandallıklarına’ değil, ‘yönetim hiyerarşisi’ ve ‘asayiş ve örfî’ kuralların kent insanlarında var ettiği ‘hissizleşme ve sürüleşmeye marûz kalmayışlarına’ bağlar.

Hatta ayrıca, ‘din duygusunun zayıfladığı’, ‘Allah emrinin unutulduğu’ kent vasatlarının da benzer tesirinden bahseder.

Bugün ülkemiz aydınlarının, ‘olup biten iyi veya kötüye’ karşı suskunlukları ve bigâne kalışlarının arkasında ‘aynı sebepler’ yatıyor bana kalırsa.

‘Bir kum tanesini ezmeğe kimsenin gücü yetmez.’

Özellikle ‘çölün derdini’ taşıyan bir ‘kum tanesini.’

Mevlâna İdris’e ve birbirinin derdini taşıyan ‘kum tanelerine’ selâm!

Dirilişe ve direnişe devam!

İnşallah.