Geçen hafta İstanbul Tasarım Merkezi’ndeydim.

İsmail Erdoğan’ın misafiri olarak.

Yok öyle seminer için değil. Seminer içi bir misafirdim.

Seminerleri İsmail Erdoğan veriyor atölyesinde.

Fikir çok güzel. Uzun süreli bir program.

‘Sanat ve Medeniyet Atölyesi.’

Daha önce sosyolog Mehmet Kara, Süreyya Su ve Ömer Lekesiz ile ‘sivil bir akademi’ fikriyle bir araya gelmiştik. Niyet ve eylem şahaneydi. Mehmetçiğimin (Kara) özverili çabaları kurumsallaşamadı.

İşin hakikati ‘sivil bir akademi’ benim öteden beri hayalim.

‘Sivil akademi de mi olurmuş?’ diye gelebilir akla.

Gelmesi iyi. Hayat ve umut belirtisidir.

‘Fikrin, aksiyonun hayat bulduğu mecralar daha çok sivil çabalardır.’

‘Sivil’ olarak da kalmalıdır. Devlet eliyle yahut bir tüzel kişilikle yürümüyor bu işler.

Genel manada yürümüyor. Bir yere bir yönetici atandığında maalesef kurumların bütün işleyişi bürokrasi ve kurum yöneticisinin keyfiyetine göre şekilleniyor.

Beylerin, hoşuna gitmeyen konular, çalışmalar gündemde yer almadığı gibi isimler sanki literatürde yer almamış gibi ‘yok’ sayılıyor. Bütün yöneticileri ‘töhmet altında’ bırakmak istemem. Elbette vizyonu olan kültür ve medeniyet adamları da var.

Yine de ‘kurum bürokrasisi’ sıkıntılı. ‘Kurumlaşmadan da bu işlerin yürümesi zor.’

Aksi halde herkes ‘başının çaresine’ bakıyor. Büyük ‘özverilerle’ yürüyor işler. Gönül-dava işleri zaten böyle yürür. ‘Dava’ olunca da işin ‘maddi boyutunun’ önemi kalmıyor. Keşke, ‘sivil aktiviteler’ özellikle ‘kültür ve sanat ve medeniyet bağlamında çaba gösterenler işlerini özgürce yapabilecek’ düzeyde desteklenebilse.

Daha çok imkân, daha çok insan demek.

Öyle yahut böyle, nihayetinde kimseye minnet etmeden aksak topal, yavaş yürüyor idealistler.

Her şeye rağmen, sivil kültür, sanat ve medeniyet hareketleri desteklenmeli.

‘Bireysel olsa bile.’

Telifler eser sahibinin hayatını asgaride sürdürebilmesi için yeterli değil. Kitaplar en fazla üç bin, beş bin basılıyor. İlkesiz yayıncılar, korsan baskılar ve çevrilen dümenler bütünüyle işin kahrını çeken yazar, çizer, şairin aleyhine.

Yıllarca emek verdikleri eserlerin telifleri, bir aylık masraflarını karşılamaz. Düşünün iyi bir roman için hiç yoksa iki üç yıl emek sarf ediyor yazar. Eline geçen üç beş bin lira, şayet onu da alabilirse.

Yanlış hatırlamıyorsam bir ara hukuki düzenlemeleri de yapılmıştı. Hâlâ meri mi bilmiyorum. Sanatçı ve fikir adamı istihdam eden firmalara, (sponsorluk değil) bu katkıları vergiden muaf tutularak sanat, kültür ve edebiyatın ihyasına bir imkân sunulmuştu.

Bir memleketin zengini, ticaret adamı cahil cühelâdan yahut sadece para odaklı bir dünyaya hapsolmuş dar kafalılardan müteşekkilse, zahmet bile etmezler böyle mühim meselelere.

Elbette ‘tenzih’ edeceklerimiz de vardır.

Şahsen, herhangi bir tanesiyle tanışmadıysam ve haberdar olmadıysam da, var olduklarını umut ediyorum (iyi hissettiriyor.)

‘İsmail Erdoğan’ genç bir düşünür. Onu eyleme geçmekten hiç bir şey alıkoyamadı.

‘İstanbul Tasarım Merkezi’ de gereken duyarlılığı gösterince Sanat ve Medeniyet Atölyesi hayat buldu ve hatırı sayılır bir ilginin odağı olarak tam gaz devam ediyor.

Şahane bir ortam ve atmosferde.

‘Özbekler Tekkesi’ ve Mimar Sinan’ın sanatının incelikleri ve zerafetinin müşahhas numunesi ‘Sokullu Mehmet Paşa Camii’nin çarpıcı ortamında bir kültür ve medeniyet habitatı.

Bilvesile, ‘İstanbul Tasarım Merkezi’nin müdürü Hüsrev Şeref ve koordinatörü sevgili Cüneyt Can’a cana yakın ilgileri için teşekkürü ediyorum.

İşin aslı ‘şehirlerin insanlara yaptıklarından’ bahsedecektim, uzağına da düşmüyor.

İlk olarak Çankırı’dan başlayacaktım yazmaya.

Sanat ve medeniyet, kültür ve tarih deyince dilin ilk kelâmı kendiliğinden İstanbul oluyor. ‘İstanbul, şehir-ülke fikrinin anasıdır.’ O size ne olduğunuz yahut ne olmadığınıza dair mutlaka bir şey söyler.

Abide gibi asâr-ı antika eserleriyle söyler.

Kültür ve sanatta tecessüm eden bilgeliği terennüm eden ‘evlâtları’ eksilmez.

Kültürel restorasyon oradan başlayacaktır. Bu anlamda mümbit havza ve başkenttir. İstanbul, koca bir medeniyetin sarsıldığı, çökertildiği ancak yok edilemediği bir havzadır.

‘İstanbul’da yıkıldık, orada dirileceğiz.’

‘Zümrüd-ü Anka’ insanlar gibi konuşur ve düşünürmüş.

‘Konuşan ve düşünen bir kuş olmasa küllerinden doğabilir miydi dersiniz?’

Hiç sanmam.

Anka’dan iyi durumda sayılırız.

Küllerimizden fazlası var şükür.

‘Hâlâ bizi rehabilite edebilecek güçte bir şehir ve ecdâdın şahane kültürel mirası az şey mi?’

Ayrıca, kültürel restorasyon için kolları sıvamış bu ülkenin‘kültür ve medeniyet çocukları.’

Düşünerek, konuşarak dirileceğiz.

İnşallah.

Çankırı da bir sonraki yazıma kalsın artık.