Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu, geçenlerde katıldığı televizyon programında Suriye’de akan kandan Türkiye’yi sorumlu tuttu ve “Suriye'yi karıştıran ilk adımları Türkiye attı, AK Parti attı. Suriye kan gölüne döndü” dedi.

Ancak en azılı Türkiye düşmanlarının ağzından çıkabilecek iftira niteliğindeki bu asılsız iddia doğal olarak çok büyük tepki çekti.

Suriye’de olayların nasıl başladığını ve geliştiğini, halkın reform isteğine rejimin ne şekilde tepki verdiğini herkes biliyor.

Saadet Partisi’nin Suriye konusundaki tavrı, ne yazık ki, İran’ın parti üzerine çöken ağır gölgesinin yansımasından başka bir şey değil.

Muhammed Buazizi’nin Tunus’ta yaktığı kıvılcımla Arap Baharı başladığında ve devrim rüzgârları Mısır’a ulaştığında Tahran’dan gelen açıklamalar, Arap halklarının diktatör rejimleri devirmek amacıyla sokağa çıkmasının İran’da Humeyni liderliğinde gerçekleştirilen “İslam Devrimi”nin devamı olduğunu söylüyor ve protesto gösterilerini alkışlıyordu.

Ne zaman o rüzgârlar Suriye’de de esmeye ve rejimi tehdit etmeye başladı, İran hemen ağız değiştirdi ve Arap halklarının demokrasi ve özgürlük taleplerini “Amerika’nın oyunu” olarak nitelemeye başladı.

Türkiye’deki İran yandaşları da aynı yalana sarıldı.

Beşşar El-Esed yönetimini savunma adına Suriye halkına ve destekçilerine atmadıkları iftira kalmadı.

Oysa gerçekler tüm çıplaklığıyla ortadaydı.

Mezhepçi Baas rejiminin zulmünden bıkan Suriye halkı birazcık nefes almak ve insanca yaşamak istiyordu.

Başlarda istediği rejimi devirmek değildi ve barışçıl gösterilerde sadece reform talebi dile getiriliyordu.

Hatta söz konusu dönemde Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Suriye’nin kan gölüne dönmesini engellemek için Şam’a gitti ve Beşşar El-Esed’le saatlerce süren bir görüşme gerçekleştirdi.

Fakat başarılı olmadı.

Çünkü Suriye rejiminin reforma niyeti ve kabiliyeti yoktu.

Karamollaoğlu, bütün bunları “6+1 Güçlendirilmiş 28 Şubat İttifakı” masasında yanı başında oturan Davutoğlu’na sorup öğrenebilir.

Suriye rejimi, halkın haklı taleplerini terörize edebilmek amacıyla çok iyi bildiği kirli oyunlardan birine başvurdu ve bir yandan silahsız halkın üzerine ateş açarken diğer yandan cezaevlerindeki İslamcıları serbest bıraktı.

Devrim süreci kaçınılmaz olarak silahlı mücadeleye dönüştü.

İran’ın ve Hizbullah’ın rejime desteğine rağmen muhalifler çok geniş bir alanda kontrolü ele geçirmişlerdi ve rejimin devrilmesi ihtimali İsrail’i korkutuyordu.

Amerika’nın onayıyla Rusya Suriye’ye davet edildi.

Bir yandan da DAİŞ’e alan açıldı ve muhalifler hızla alan kaybetmeye başladılar.

Muhaliflerin kontrolündeki bölgeler birer ikişer önce DAİŞ’in eline geçiyor ve ardından da kanlı terör örgütü tarafından ya rejim güçlerine ya da PKK/YPG’ye teslim ediliyordu.

Suriye halkına karşı adeta tüm dünya bir araya gelmişti.

Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) başta olmak üzere Arap Baharı karşıtı ülkeler de bu süreçte Suriyeli muhaliflerin rejim karşısında güçlü bir birliktelik ortaya koymalarını engellemek ve demokrasi mücadelesini içeriden akamete uğratmak için ellerinden geleni arkalarına koymadılar.

Kısaca ifade etmek gerekirse, Türkiye, Suriye’de akan kan konusunda suçlanabilecek en son ülkedir.