Konuşulmayanı konuşmayı seviyorum. Konuşulmayanı duymayı seviyorum. Hayatta başıma gelenlerin çoğu da bu yüzdendir. Az okunan bir adam olmanın böyle bir faydası da var. Özgürce yazıyorsunuz. Meraklısı varsa sizinle bir şekilde buluşuyor. Okuyucumu kaybetmeyim diye bir kaygınız olmadığından mahalle baskısını çok hissetmiyorsunuz. Yaptığım şeyin adını ben de bilmiyorum. Eski üstatlardan benzer şeyler yapanlar vardı. Gazetede şiir yayınlamak da nostalji oldu artık.

Bir arkadaş benim gibi yazanlara “edebi siyaset” adını koymuş. Ne kadar uyar bilmiyorum ama hoşuma gitti. Paylaşmak istedim. Siyaseti parti tutuculuğundan çıkarırsak şunu söyleyebiliriz: “Bir şeyin nasıl olmasını istediğinizi anlatmaya başladığınız andan itibaren siyaset yapıyorsunuzdur.” Bana kalırsa “sevenleri sevdiğine kavuşturmak” bile bir çeşit siyasettir. Siyasetin şiiri de olur, hikayesi de, resmi de, filmi de olur. Sanatçı siyaset üstüdür diye bir laf var. Her şey bir şeyle, bir şey her şeyle ilgilidir. Bana kalırsa sanatçı siyasetin dibidir.

Mesela gündem diye bir şey var. Her gün farklı birçok köşe yazarı okuyorum, aynı şeyi yazıyorlar. Fil hikayesinde olduğu gibi kimi hortumu, kimi kulağı, kimi kuyruğu, kimi bacaklarını yazıyor. Ancak hepsi bir araya gelip “Bu fil” diyemiyorlar. Olan benim gibi adamlara oluyor. Bunların gazıyla ayağa kalkıp Timur’a karşı cesaretle yürüyorsunuz. Sonra bir bakıyorsunuz, arkanızda onca konuşandan kimse kalmamış. Mecburen “Fil, ben ve Timur” adlı dramatik oyunun başrol oyuncusu oluyorsunuz.

Timur’luk halimize bir örnek verelim. Gündemden 15 Temmuz düşmüyor. Düşmemeli de. Ancak 17-25 Aralık deyince herkes karnından konuşmaya başlıyor. Cumhurbaşkanımızın o günlerdeki yalnızlığı aklıma geliyor. Havayı koklayan bürokratlar, valsten, tangoya bütün danslar ve “manda yuva yapmış söğüt dalına” diye köşelerinde kıvıranlar aklıma geliyor. Timsah gözyaşları, kuzuların sessizliği, boşalan koltukları doldurma çabası aklıma geliyor. Cinemascope bir rüya gibi…

Artık 17-25 Aralık bir darbe olarak tescil edildi. Bombalar ve şehitler karşısında herkes haddini bildi. FETÖ’nün ortaya attığı yeme deli gibi atlayanlar bile artık susmak zorunda kaldı. Şimdi herkesin kafasında kocaman bir soru, bir karın şişliği, bir utanma duygusu var (Erdoğan düşmanlığından çıldırmış, hala her yeme atlama potansiyeli olanları buna dahil etmiyorum.) 17-25 Aralık masumiyet ile örgüt bağlantısı arasındaki milat çizgisi kabul ediliyor. Ancak o milatta bıraktığımız, kırıp döktüğümüz, şimdi hatırlamadığımız bir şeyler kaldı. FETÖ’nün üzerimize attığı çamuru hala salyalarında çoğaltanlar olması beni rahatsız ediyor. Kendimle konuşuyorum:

–Televizyonlar ve sanal alemin çakma kahramanları, sahiplerinden aldıkları emirle inlerinden çıkmış yarasalar gibi her tarafımızdan ısırıyorlardı. Bir sürü insan haysiyet cellatlarınca gözümüzün önünde linç ediliyordu. Ben ise herkese Cohen’i soruyordum.

–Bunaldım. Yargılanmalarını istiyordum. Verdiğim oy benim de onurumdu. Ancak kim yargılayacaktı? FETÖ‘nün mahkemeleri mi?

–Gelin adaletli olun. Akıllı olun. FETÖ‘nün kurgularına tarafımıza göre inanmaya ya da reddetmeye kalkarsak vardığımız sonuç felaket olur. O zaman ne varsa bir kutuya doldurup Silivri’ye tıktıkları herkes darbeci olur. 15 Temmuz’da üzerimize bomba yağdıranları tanımlayamazsınız.

Şiir matematiği sevmez. Hayat sayılarla ölçülemeyecek bir şeydir. Ama burada çaresizim. Anlatmak zorunda olduğum şey için bir örnek olmalı. 2011 yılında Türkiye’nin İran’a ihracatı 3,5 milyar dolar, İran’dan ithalatı ise 12 milyar dolardı. O dönemde Türkiye’ye gelerek bankalarımızı İran’a yapılan ihracat işlemlerini yapmamaları için kara listeye almakla tehdit eden David Cohen’e karşı Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan; Türk firmalarının İran’a ihracatlarının durmaması, aksine daha da fazla artırması için kamu bankası olan Halk Bankası’nı acilen devreye soktu. İran Merkez Bankasına Halkbank’ta bir hesap açıldı (ki, o hesabı transit ticaret olarak ambargonun asıl sahibi ABD’de kullanmıştır.) İran ile dış ticarette Halkbank’ın devreye girmesiyle Türkiye tarihinde ilk defa, İran’a 10 milyar dolarlık rekor bir ihracat gerçekleştirdi.

Sonra ne mi oldu? Evinde yüzlerce değerli saatten koleksiyonu olan Zafer Çağlayan bir saatle vuruldu. Şııssst! O saatin parasını ben ödedim diye faturasını göstermesine rağmen bunu yazmayan arkadaş sana söylüyorum… Herkes Cohen’in tehdidini çoktan unutmuştu.

Şimdi böyle şeyler yazdım ya; birileri ellerinde bir avuç kara beni aramaya başlarlar. Şahan Hoca hani hep garibanın yanındaydın, ne oluyor diye sorarlar. Valla kardeşim ben bu insanları tanımıyorum. Sadece herkes için adalet, herkes için “Bütün bunlar şiir” desem inanır mısınız?

TİMUUUUUURRRRRRRRR NEREDESİN?