Çok konuşuyordu.

Her zaman doğruları söylüyordu.

Söyledikleriyle sanki bir şeyin üzerini örtüyordu. Her sözü gerçeğin üzerini örtmekten başka bir işe yaramıyordu. Doğrular çoğu zaman cevizin kabuğu gibidir; içindeki yemişi saklamaktan öte gitmez.

Bin tane dizi izledim. Bazı kitaplar okudum. İki binden fazla insanı dinledim. Dinlemekten öte anladım. Yorgun, haklı, küfürbaz, dua eden, yükünü atacak yer arayan, her şeyi bilen, hiçbir şey bilmeyen, tutkulu, acımasız, mal sahibi, dert sahibi, kalp sahibi, kalpsiz, sadece dili olan… Ama haksızlık etmeyeyim her birinin ayrı hikâyesi vardı. Her biri biricikti. Öyle zannederiz. Oysa aynı kelimeleri konuşmak aynı anlamı vermez. Siz çölü geçersiniz; bir çöl filmi seyreden sizden daha fazla yolun hâkimi olur. Bedelli askerlik yapan birinin anıları bitmez; iki yıl askerlik yapanın anlatacak bir şeyi olmaz ya. Öyle işte.

Diyeceksiniz ki, söylediklerin doğru ve bir şeylerin üzerini örtmek için uğraşıyorsun. Doğrudur. Haberleri izlerken, bir maç skorunu öğrenirken (Fransa -Fas), Fatih’e doğru yürürken, ders arasında sohbet edenleri dinlerken, otobüse binerken, üşümemek için kalın elbiseler giyinirken, içli bir türkü dinlerken, bir cenaze haberi aldığında, uzun yola çıkarken… Hepsi doğru. Hepsi yaşanır. Hepsi şiir değildir. Hepsi hikâye değildir. Hepsi gerçektir. Olur. Bir şeyler olurken hep birileri kazanır. Ama sen kaybedersin. Bir şeyini kaybedersin. Buralı olmamakla ilgili bir şeydir bu. Buralı olanların her dakikası doğru iken sende bir şeyler yanlıştır. Eksiktir. Tüm mutluklar mümkün olsa da sende hep bir şeyler eksik ve mutsuzdur. Dünyanın anlamsız olması; her şeyin lego gibi tık tık yerine oturduğu bir dünya dibine kadar anlamsızdır işte. Eksik olan neşe midir, anlam mıdır, dua mıdır, sevgi midir, heves midir, aşk mıdır, uyuşma mıdır, aldanma mıdır, kabullenme midir?... Bilemezsin. Hepsini denesen de sonunda yarım bir çörek gibi durur hayat. Belki de hayat buralı değil. Konup göçen bir şey. Kök salamayan bir şey. Herkesin kök salmak için çabalaması sana saçma gelir. İktidar kavgaları, rol çalmalar, gol atmalar, haklılık yarışları, inadına yaşamaklar, inadına ömür telef etmeler önünden kortej geçidi yaparken dersin ki anlamı çekilmiş bir dünya bu dünya. Mana katili bir dünya. Sen küpler dolusu anlamı tutup küçücük cam kavanozlara doldurmaya çalışırsan olacağı bu. Bu denli manayı bu dünya da bunca oyun da almaz. En fazla sükût, kabullenme, sabır tahammülü kolaylaştıracak olan.

Yine geldik “ya tahammül ya sefer” dağlarına.

Ne sözü yorayım ne de okuyucuyu. Bilinç sonsuz mudur? Hani bedenin sonsuz olmadığını anladık, hevesin sonsuz olmadığını anladık, mutluluğun sonsuz olmadığını, acının sonsuz olmadığını anladık da bilinç sonsuz mu; bunu anlayan beri gelsin!

Günübirlik yalanların gerçek diye yutturulduğu bir dünyada, tiyatronun gerçekten daha sahici olduğu bu sahnede, gümbür gümbür giderken birden durup, ben nereliyim, diye sorduğunuz oluyor mu? Bilinç, yani bize var olmanın dili olan, elimizdeki tüm aletleri kaybettiğimizde kalacak olan tek dürbün; bize gerçeği gösterecek mi? Yoksa Darıus Shagan’ın dediği gibi Yaralı Bilinçle, bir sayrı gibi gelip gidecek miyiz alemden?

Cevizin kabuğunu kırdım sayın; içindekini çürüten bir dünya bu dünya. Belki de bu sebepten olsa gerek hep cevizin kabuğundan bahsedecek ve içini açmayacağız.

Yine de iyi bir şey söyleyeyim size: Buralı değiliz ve başlayan biter. Be sebeple ya tahammül ya seferdir, yaralı bilinçlerin bahtına düşen. Yarası olmayan zaten gocunmadı bile.

Bir gün ben de Türkiye politik hayatından, otobüslerden, ekonomiden, ilişkilerden, yalanlardan, dünya hayatını kolaylaştırmak için seçilen kurban dostlardan, aşklardan ve oyunlardan bahsederim belki. Hatta daha ileriye de gidip şu şudur, bu durur, diyecek kadar coşkulu ve buralı biri olabilirim. İyi ki insan sarrafı değilim ve tartmıyorum patates gibi dinlediğim, baktığım, gördüğüm insanları. Oyunlar gerçek değildir ve kimsenin oyununu bozmak istemem; yaralı bilinçlerdir benim kardeşlerim.