Dilin sosyal gruplar arasındaki çatışma ve uzlaşıma alanlarının sınırlarını tayin ettiğini biliyoruz. Ortak dil talebi toplumun birbirini anlama/anlamama sınırları konusunda önemli ipuçları verir. Doğru bir iletişim dili ile diyalog kurabilen insanlar birbirlerini anlar, reddeder, ilişki kurar veya birbirlerine dair bir algı alanı tesis ederler. Bu biraz da kullanılan/seçilen kelime ve kelimenin kullanış biçimiyle alakalıdır. Konuşan kişi; toplumun bir kesiminin, inanç gruplarının, cemaat ve meşreplerinin, siyasi ideolojiye mensup fertlerin argümanları ile bir şeyi/olayı/olguyu anlatma, anlamlandırma veya algı oluşturma amacıyla bir dil kurgular ve mesaj verir. İktidarın politik dili ve gücü elinde bulunduran askeri-güvenlik gücünü kontrol edenlerin kullandıkları lisan daha farklı bir ses taşır. Anne-baba ve yönetici sınıf belli bir yönelimi benimsetmeye çalışırken üstenci ve buyurgan bir dil kullanırlar; bu durum karşı tarafta savunma refleksinin oluşturulmasını ve zihnini konuşana/mesaja kapatma neticesi doğurur.

“Mesaj taşıyıcı olarak kullandığımız dilin geçmişin tekrarı mı? Dayatmacı bir söylem mi? Korkutma ve baskılama aracı mı? Kendimizi konumladığımız pozisyona kimseyi yaklaştırmama, yakıştırmama mı? Öğretim ve eğitim dili mi? Bir inancı ve yaşama biçimini aktarırken muhatabı hangi dil tercihi ile karşı karşıya bırakıyoruz? Hakikat diye anlattığımız, kimin hakikati? Kullandığımız dil diyaloğa imkân sağlıyor mu?” Soruları alabildiğine çoğaltabiliriz.

Konuşan, sözünün maksadının şuurunda olmakla yükümlüdür. Bir söz söylenirken veya yazılırken bir amaç doğrultusunda anlam dünyasına bir mesaj verir. Sözü; daha önce söylenmiş bazı sözlere cevap olmak üzere, reddetmek üzere veya doğrulamak üzere söyleriz. Bazen de yaşadığımız çağa ve çağın insanına söyleriz sözü. Kimi zaman inandığımız ve doğru bulduğumuz bir mesajı aktarmak ve yorumlayarak paylaşmak üzere söz söyleriz ve biliriz ki söylediğimiz her sözle, sözü söylediğimiz anda ve/veya daha sonra söylenecek yeni sözlere alan açarız. Böyle bir karmaşada söz söylemenin zorluğu, sorumluluğu üzerine düşünmek, çokça düşünmek gerek.

Dil bildiğimiz bir şeyi, bilmediğini veya bilmediğini düşündüğümüz birisine anlatma bildirme, haber verme aracıdır. Haberin mahiyeti, muhtevası, doğru veya yanlış olması bildirme, haberdar etme imkânını ortadan kaldırmaz. Doğru bilgi hakikate tanıklık eder, kabul görmesi halinde muhatapları olumlu yönde geliştirir. Bu kullanım biçimi insanları bilgilendirir, yeni tecrübeler edinmesine katkı sağlar. Doğru bilgi ile tarih aktarımı, tecrübe paylaşımı mümkün olur.

Bir topluluk, cemaat, kurum, okul, meşrep, sendika, sivil toplum kuruluşu, siyasi-ideolojik çevreye (…) ait isek kullandığımız dil aracılığıyla aynı tanımlama içine giren insanlar arasında davranış birliği sağlarız. Müslümanlar için dil emir, yasak, telkin, uyarı, yönlendirme, tanımlama (…) gibi kavramlar üzerinden ortak bir anlama ve anlayış dili kurar. Dilin terimleri sosyalist bir grup için farklı anlam alanları oluştururken; Batılı, pozitivist, liberal, ateist için daha farklı çağrışım alanları oluşturması kaçınılmazdır.

İnanç sahipleri inandıkları değerler hiyerarşisine ait emirlerin gereğini yerine getirme yükümlülüğündedirler. Yasaklara yaklaşma hakları yoktur. Emrin gereğini yapmamak sapma ve isyandır. Ve bir soru sorulmuşsa cevap verme yükümlülüğüne ek olarak sorumluluk yükümlülüğü vardır. İnanmış insanların müstağni/kayıtsız kalma ihtimalleri yoktur.

Bizim neslin yaşadığı 20. asrın dili ideolojik, ötekileştirici, çatışmacı ve çoklukla aidiyetlerden kaçışın diliydi. Bu dil ve söyleme maruz kalan nesiller, zihin dünyaları talan edilmiş, çatışmacı bir nesil. Bu durumun ilk sebebi olarak ideolojik-ulusalcı devlet aklının eğitim-öğretim süreçlerinde uyguladığı yöntemler sonucu meydana gelen idrak, fıtrat ve algı uyumsuzluğuydu. Öncü isimlerimizden Sezai Karakoç bu kopuşu “Dilimi çaldın kelimelerimi çaldın / Bana ne bıraktın kanlı soygun / Bu korkunç talandan ne umdun / Düğün bitti bir ağıt kaldı ortada sade” diye anlatır. Kopuş, teslim oluş ve dini yazı ile dini dilinin eğitiminin yasaklanmasından sonra muhafazakârlık üzerinden tanımlanan bir dinle tanıştırıldık. Din kurum ve kavramlarıyla konservatif/muhafazakâr bir biçime evirildi. Bu yeni dini formun dini tamamen ortadan kaldıracağı endişesi taşıyan kimi çevreler menkıbe ve ululuk atfedilen cemaatler üzerinden kontrol dışı dini eğitime yöneldiler. Bu durum daha kısıtlı bir dil, sınırlı eski bilginin tekrarı hatta ezberlenmesi mekanlarını çoğalttı. Bu uygulamalar sırasında dinle bir şekilde irtibatlı her grup, cemaat ve meşrep “doğru din olarak yaşadıkları dindarlığı” aktardı. Bu karışık ve karmaşık ortamda üretilen dil ve söylem Müslümanları parçalara böldü. Bu bölünmeler sonucu İslam’ın birleştirici temel unsuru tevhit, Müslümanların bilinç alanından uzaklaştırıldı ve dini bilgiler yerel kültüre dönüştürüldü. Yerel bakan, yerel yaşayan ve son dinin temel kaynakları yerine etnik ve bölgesel kaynaklara yaslanan yeni dindar çevreler, olup bitenler konusunda güçlü eleştirel bir sorgulama yapamadı ve çağın diliyle bir teklifte bulunamadı. Tüm yeni teklifler reddiyelerle bidat ilan edildi. Bidat yöntemlerle tekfir edilen ve kabul edilmeyen öneri ve içtihatlar hayatımızdan çıkınca dinle ilişkimiz de sınırlı bir alana hapsoldu.

Çağımızın yeni dili merhamet kuşanmış, bilge dili olmalı ve ilahi mesajın diliyle bütünleşmelidir. “Kimsenin kuşkusu olmasın ki, bu uyarıcı/hatırlatıcı mesajı, ayet ayet BİZ indirdik: ve yine kimsenin kuşkusu olmasın ki, [bütün tahriflerden] onu yine BİZ koruyacağız” [Kur’an:15/9]. Vahiyde Allah, NAHNU/BİZ diye hitap eder. Dilde BİZ olmaya başlasak mı?