Geçenlerde bir kardeşim “Abi, bu kadar gündemde ve bu kadar konuşuluyor. Ayasofya ile ilgili siz bir şey söylemeyecek misiniz?” diye sormuş. Belki hakkı var ama kaçırdığı bir yer var ben Ayasofya ile ilgili ok şey söyledim. Hatta bir Ayasofya romanı yazmak dahi nasip oldu. Ama kardeşimin hassasiyetini anlıyorum ve bunun için de daha evvel söylediklerimi hatırlatmak için aşağıda yazıyorum.

Ayasofya İstanbul’un tapusudur kâri. Neden çekineyim ki! Hatta bu topraklarda yaşayan her kim varsa hepsinin namusudur. Ayasofya hayali gönülden giderse yahut bir daha secdeye eğilmezse orada başlar hayal tükenmiş, dava tükenmiş, gaye tükenmiştir. Ki şimdi tam da öyledir işte. Kendi vatanında, kendi şehrinde ve kendi mabedinde başını secdeye eğemiyorsan söz tükenmiştir.

Peki, ben soruyorum şimdi Ayasofya mademki bizimse Ayasofya neden ve nasıl abdestlerimizi alıp da dilimizde dualarla değil de elimizde biletlerle giriyoruz biz Ayasofya’ya? Ne engelliyor bizi, kim engel oluyor? Giremiyorsak şayet o vakit sual şu olmalı “Ayasofya kimin?”

“İstanbul hayali çok evvelden gönle kazınmış bir derttir” demeye çalışıyorum aslında sana. Ve Ayasofya İstanbul’un tapusudur ya madem. İşte o dahi asırlar öncesinden muştulanmış, başlar orada secdeye değsin, kubbesinde ezan sesi inlesin diye ta Hz. Peygamber zamanında ve O’nun tarafından bir gaye diye Müslümanların gönlüne konmuştur bu dert. Yani daha Hz. Peygamber zamanında bir gaye verilmiştir inanmış Müslümanlara. İsmi İstanbul olan bir gaye… İşte o zaman atılmıştır ilk ilmek… Ve İstanbul’un önlerine kadar daha o zamanlarda gelinmiş ve arkalarında izler bırakıp da dönmüşlerdir. Mezar taşları, sahabelerin mezar taşları, Eyyüb el- Ensari mesela… Zira inanıyor ve biliyorlardır ki onlar bir yerde haneniz değil, kabriniz varsa sizindir orası…

Sonra Pir-i Türkistan Hoca            AhmedYesevi bir rüya görmüştür adeta, bir hayale inanmıştır. İman etmiş Türklere aynı maksadı nefes nefes üflemiş ve Anadolu’ya gidenlere aynı davayı söylemiştir. Zira Alaaddin Keykubat Ertuğrul Gazi’ye,“Yolunuz nereye gider?” dediğinde o dahi yanındaki Yesevi dervişinin telkiniyle “   Deryayı geçip devlet olacağız” demiş, İstanbul’u kast etmiştir. Daha belki de ömründe deryayı görmeden deryanı ortasında bir şehri hayal etmiş ve hatta hayalinde fethetmiştir.

Ve Osman Gazi ölüm döşeğindeyken bile oğluna “İstanbul’u aç gülzaryap” derken aynı maksadı, aynı gayeyi, aynı mefkûreyi söylemiş, aynı ateşi onun da gönlüne salıvermiştir. Dert aynı dert, dava aynı dava, maksat aynı maksattır. Ve tesadüf değildir hiçbiri.

Ve nihayetinde bu hayal Fatih Sultan Mehmed Han eliyle gerçek olmuştur. İstanbul bir hayalin adı, bir gayenin adıdır o yüzden. Ve Ayasofya… Fethin sembolü, Fatih’in emaneti, asırlar boyu canlar vererek yürünen bu yolda, inanılan bu davanın nişanıdır.

İşte onun için Ayasofya’yı açmak İstanbul’u yeniden almak olacak, Ayasofya’yı açmak yeniden doğmak olacak ve Ayasofya’yı açmak ölümden uyanmak olacak…

Zira artık vaktidir…