1. Dünya Savaşı öncesi Avrupa’da giderek yükselen iki fikri akım bulunuyordu. Faşizm ve Nazizim. Birisi İtalyan kolonyalizminin modern ideolojisiydi, diğeri Alman. Bu birbirleriyle kardeş iki ideoloji, hedeflerini gerçekleştirebilmek için ilköğretimden başlayarak kendi halkını militarize etmek durumundaydılar. Hitler 1933’de iktidara geldiğinde şöyle söylüyordu: “Hiçbir kız veya oğlan çocuk, saf kanın gerekliliği ve önemini tam olarak anlamadan okuldan ayrılmamalıdır.” 

İnsanlar çocuk yaştan başlayarak tek tip, tek renk ve tek düşünce sahibi olarak yetiştirileceklerdi. Çünkü tarihteki Büyük Germen İmparatorluğu’nu ve Roma’yı yeniden kurmak istiyorlarsa, önce Avrupa’da var olanlardan başlamak üzere tüm diğer ülkeleri boyunduruğu altına almak zorundaydılar. Bu, renkleri, kimlikleri, farklılıkları yok sayan; sırf kendi halkının refahı için diğer tüm halklara kan kusturan ideolojilerin çıkardığı savaşın bilançosu korkunç oldu. Çoğunluğu Hıristiyan 55 Milyon insan öldü.

Önce Balkanlar’ı ve Kafkasya’yı, sonra Arap isyanları ve Emperyalist işgallerle tüm Ortadoğu’yu kaybeden Türkiye ise aynı yıllarda “bu ihanet dolu enkazdan” yeni bir devlet çıkartmaya uğraşıyordu. İstiklal Harbi başlarken Meclis’in ettiği “and”, savaş sonunda bütünüyle tutulamamış, bugünkü Irak ve Suriye’nin bir kısmıyla Batı Trakya düşmandan kurtarılamamıştı.  1922’de Misak-ı Milli kendine hatırlatıldığında Mustafa Kemal, “kurtarabildiğimiz ne kadar yer varsa uğraşacağız” diyerek kesin bir sınır çizememiş fakat sonunda ancak Anadolu kurtarılabilmişti. Yeni rejim kurtarabildiğiyle iktifa etmek zorundaydı.

Dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip’in 1933’de yazdığı ve okullarda okuttuğu “Andımız” böylesi bir psikolojinin ürünüdür. Doğduğu toprak Rodos kaybedilmiştir. Tıpkı M. Kemal’in doğduğu Selanik’in kaybedildiği gibi. Andımız faşist ve yayılmacı bir ideolojinin mahsulü olarak değil; ihanete uğramış, parçalanmış, aleme nizam verme iddiasından vazgeçmiş bir ülkenin çocuklarının öfkesinin eseriydi.

“Türküm” diye haykırmak, ardından “doğruyum” demek istiyordu. “Doğruluğun yanında olmama rağmen ihanete uğradım ve terkedildim; artık işgal altındaki ümmetin bir parçası değil, kurtarabildiğim bu Anadolu coğrafyasında kendi yağımla kavrulmak istiyorum” diyordu. Rejimin yeni parolası bunun için “yurtta sulh, cihanda sulh”dü. Aslında çaresizliğin bir izharıdır andımız.

Bugün, Türkiye Misak-ı Milli sınırlarında askeri operasyonlar düzenleyen, Afrika’dan Balkanlar’a kadar büyük bir gönül coğrafyasının yeniden ümidi haline gelmiş durumda. Çekildiğimiz, içine sığdırılmaya çalışıldığımız bu psikolojik sınırları çoktan aştık. Artık bu duvarlar bize dar geliyor. Onun için topraklarımızdaki ve dışındaki büyük bir coğrafyanın her zeminde gürleyen sesi oluyoruz. Büyük devletler, öfkeyle, acziyetle, ezilmişlikle değil; tüm halkları kucaklayan büyük bir özgüvenle inşa edilir. Danıştay’ın Andımızla ilgili verdiği karar, hâlâ eski dar görüşlülüğünde ısrar eden, bizi duvarlara mahkûm etmek isteyen bir kafanın eseri.

Anadolu’dan Azerbaycan’a göç eden Türkmenler’in kurduğu, İran’ın son Türk hükümdarlığı olan Kaçarlar’ın (1789-1925) milli marşı, büyük ufuklara sahip bir ülkenin kendi halkının farklılıklarını kuşatan anlayışına tercüman oluyordu.

Ben bu bahçenin gülüyüm/Ben senin arkadaşınım/Hepsi bir bayrak altında/Farklı diller ve renkler/Hepsi mutlu ve bu şarkıyı söylüyorlar/Genç İran’ın gücü sayesinde/ Bütün vücudum ve ruhumla söylüyorum/Vatanım, vatanım, vatanım/

Ülkem bu olgunluğa ulaştıkça büyüyecek, sınırlarını parçalayacak. Eski kafalı üç hakim, milli iradeye rağmen verdikleri kararlarla yürüyüşümüzü durduramayacak.