Huy kelimesine fena halde huylanıyorum ve huysuzlanıyorum.
Huy, huylanma, huysuzlanma. Bazı kelimeler insanlığın kadim, karanlık devirlerinden beri var oluşunun esrarını taşıyor gibi.
Huy kelimesi de bu tür kelimelerden benim için. Telaffuzu bile ruhumu ürpertiyor.
Huyu, insanda doğuştan bulunan vücut ve ruh özelliklerinin bütünü olarak tarif etmiş lügatler. Nasıl bir tarif bu.
‘Vücut ve ruh’un özelliklerinin toplamı’ diye kesilip atılmış ve kurtulup, uzaklaşılmış gibi anlam derinliğinden.
Yüklenilen totalci anlamı dışında da eşitlemeler yapılmış.
Karakter, cibilliyet, mizaç, tıynet gibi ne kadar eşanlamlı kelime varsa hepsine eşitlemiş.
Anlamayı kolaylaştırmak bir yana, çok daha karmaşıklaştırıyor bu eşitlemeler.
Huy kelimesini hayvanlar için de kullanıyoruz.
İyi huylu, kötü huylu yahut huysuz diyoruz hayvanlar için.
Hayvanlar için kullanıldığında huy, güdünün yerini alıyor.
Güdü demek de yetmiyor. İç güdü kavramı tedavülde olan.
İç güdü varsa, dış güdü de var olmalı gibi. Ancak öyle değil.
Kavramsal olarak dış güdü diye bir şey yok.
Birincisi olmayan II. Yeni’mizin olması gibi. (Tebessüm simgesi.)
Güdüye dürtü de demişler. Dürtü, dürten şeyler. ‘Huy edinmek’ de diyoruz. Huy, demek ki ‘edinilen’ bir şey. ‘Huylu huyundan vazgeçmez’ diyoruz ayrıca. Demek ki, huy, ‘kolaylıkla vazgeçilemeyen’ bir şey aynı zamanda değil. Çok karmaşık.
Size en başta söylemiştim, huy kelimesine fena halde huylanıyorum diye. Haksız mıymışım?
Şaka bir yana, Bir kavrama her ne anlam yüklenirse yüklensin, mesele insanla ilişkilendirildiğinde, doğuştan getirildiğine atfedilerek altının çizildiği ‘değişmezlik‘ yargısı taşıyan tanımlamalara teslim olmaktan hiç hoşlanmıyorum.
Ne demek yâ hû bu? İnsan denen varlığın doğuştan getirdiği değişmez özellikler ne demek? Kastedilen, yemek, içmek, uyumak gibi iradi olmayan özelliklerse doğru, ancak değişim (huy edinmek) bir varoluş biçimi olarak hayvanlar için bile geçerli değil. Hayvanlar bile bal gibi huy edinebiliyor.
Bu meselede muhtemelen bizim Kemal’in (Kemal Sayar) söyleyeceği çok daha rafine fikirleri vardır. İlk fırsatta onunla bu mevzular üzerine gevezelik etmeli.
Çaresiz, savunmasız bir bebek olarak, dünyaya düşen insanoğlunun fıtratında, öğrenme ve eğitime açık oluşu ve buna hazır oluşundan itibaren her ne öğretiliyorsa ve nasıl eğitiliyorsa, hayatını o bilgiler ve bilgileri tasarrufuyla sürdürdüğü ve sürdürebildiği hakikatini ıskalamamalı.
Üstesinden gelemediğimiz ‘insanlık halleri’ karşısında, aileyi, toplumu, sosyal ve kültürel yapısını sigaya çekmek yerine, fıtratından getirmediği halde ‘huy/huysuzluğuna’ bağlayıp, kenara çekilmek işin en ucuzundan kolayına kaçmaktır.
Bu kolaycılığı, ne kendi evlatlarımıza ne de başkalarının çocuklarına reva görebiliriz. Bu ucuzluk, anlama ve merhamet kapılarımızın kapalı kalmasına sebep olur.
O kapıları açmak ve açık tutmaktan yana gayretimizin canına okur ve asil yürekliliğin önünü tıkar, benci, pespaye iyi niyetli zalimler topluluğunun üyelerinden biri olmamıza kadar yol açar.
İsyanı olan bir insanın isyanını bile ‘isyankarlığı huy edinmiş’ der anlamaktan yana çaba göstermeyiz.
Öyle olunca ne olur dersiniz?
Ferman padişahın, dağlar âsîlerin/huysuzların olmaya devam eder.
Bu kadarla kalır mı?
Elbette kalmaz…
Biz de kendimizi anlamakta ve konumumuzu belirlemekte de zorluk çekeriz.
Âsîlerden miyiz?
Asillerden mi?
Benden bu kadar.
Allah’ın selameti ve merhameti üzerimizde olsun.
İlhami Atmaca / [email protected]