Öğrenmenin seyahatle ilgisi üzerinde çok durulmuştur. Gezmek bilmektir bile denmiştir.(ya da şu an ben uydurdum bunu) Ama bu bilmek nasıl bir bilmektir, pek üzerinde durulmamıştır. İnsan gezerek nasıl öğrenir, sağlaması pek yapılmamıştır.

Ben bunu biliyor muyum? Böyle bir iddiam yok. Ama gittiğim yerlere gitmek için gitmediğim muhakkak. Hele yeryüzünü dolaşıp ayetleri temaşa etmemizi isteyen bir dinin müntesibi olarak. Ki, yeryüzündeki en güçlü ayet insan. Ve insanın imzasını taşıyan her şey ibretlik. Temaşa etmeyi hak etmeyecek şeylere imza atsa da insan, bütün halinde hayata dokunuşu izi sürülmeye değer.

Bir yere giderken, hele de yeni bir yere giderken insanın imzasını görmek ve orada bizim için var olan dersi almak için gitmeli diye düşünürüm hep. Bu düşüncelerle, içine bir günlük Amsterdam kaçamağını sığdırdığım 8 günlük Almanya seyahatini gerçekleştirdim.

Bu yazıda, şurda şunu gördüm, burda bunu yedim, şurası harikaydı, burasına hiç gerek yok gibi cümleler kurmayacağım. Bu, gezi yazarlarının işi. Benim işim değil. Benim işim gezmek. Yani bilmek! Öğrenmek! Ve yaşamak!

Sekiz günlük Almanya seyahati bir medeniyet okuması gibiydi benim için. Akif’in tek dişi kalmış dediği, aslında pek çok dişi yerinde duran, tam anlamıyla da canavar olmayan bir medeniyetin seyreltilmiş okuması gibiydi.

İlk defa Avrupa’ya gitmiyordum. Bir çok Avrupa ülkesine ve şehrine gitmiştim. Ama bu sefer farklıydı. Hakkında çocukluğumdan beri çok şey duyduğum, dünya ölçeğinde işgal ettiği yer ve tarihe düşülmüş notlar itibariyle enformasyona maruz kaldığım, dahası yaptığım okumalarla bu enformasyona katkıda bulunduğum bir ülkeye gidecektim.

Bazı şeyleri görmek dışında herhangi bir beklentim yoktu. Çoğu insanın ismini bile duymadığı, Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun başkenti Aachen’daki İmparatorluk kilisesini görmek istiyordum. Gotik mimarinin zirvelerinden Köln Katedralini görmek istiyordum. Alman şehirlerine hakim olan ve yakın yönetim modeline imkan tanıyan galaksi tipi yerleşmeyi görmek istiyordum.

Gördüm. Hem de fazlasıyla. Almanların Kant’ın günlük yürüyüşündeki dakikliğe göre saatlerini ayarlamalarını gördüm, Nietzsche’yi delirten ve insanı nihilizme sürükleyen kabusu da. Şarlman oradaydı Avrupa düşüyle. Luther oradaydı, Hegel, Marx ve niceleri. Leibniz, “Monadlar Monadı” teorisini sanki yeni deklare etmişti. Goethe, ‘Faust’la modern medeniyetin haberini az önce vermişti. Hitler kıs kıs gülüyordu, kaderin kılıcını ona yeniden vereceğini söyleyerek. Bütün hikayesiyle Almanya oradaydı. İkinci dünya savaşından çıktığı ve yeniden kurulduğu her yerinden belliydi. Bütün şehirlerinde görülüyordu bu.(Heidelberg hariç) Gelenekselle modern iç içeydi. Bizdeki kadar çarpık olmasa da, benim için fazlasıyla rahatsız ediciydi. Bauhasus başta olmak üzere bir çok yeni-yenilikçi akıma imza atmış Almanlar için bu normal olsa gerekti. Zira modern paradigmanın oluşum serüveninde payları büyüktü. Mimari ve şehir planlaması açısından nasiplerine düşeni almaları kaçınılmazdı. Bu bağlamda küçükleri hariç Alman şehirleri güzel değildi. Küçükleriyse(Aalen gibi) sade, gösterişten uzak, tarih, yeşil ve huzurla dolu güzel şehirlerdi. Ama büyüdükçe çirkinleşiyorlardı. Büyüdükçe her şey çirkinleşiyordu. Şehirler büyüdükçe insanlar da çirkinleşiyordu. İnsanlar çirkinleştikçe şehirler.

Çok güzel şehirler gördüm. Çok güzel hayatlar. Ya da değil! Güzel nedir? Güzel yaşamak ne demektir? “Sizin en hayırlınız en güzel yaşayananızdır” diye bir hadis var mıdır? Almanlar güzel yaşamanın ne olduğunu biliyorlar mı?

Dışarıdan bakıldığında evet. Almanların hayatları güzel. Standartlar yüksek. İmkanlar geniş. Oturmuş, kuralların hakim olduğu bir sistem var. Herkes işini en güzel şekilde yapma ahlakıyla ahlaklanmış. Herkes işinden sonra yaşamak ahlakıyla ahlaklanmış.

Batı’da daha önce gördüğüm bir şeyden Almanya’da emin oldum. Batılılar yaşamayı biliyorlar. Hayat denilen şeyden zevk almayı. Ama bu sefer nedenlerini görmeye çalıştım. Neden diye sordum. Ve düşündüm. Gözlem yaptım ve düşündüm. Bu soruyu sormak ve üzerine düşünmek için Almanya’dan daha iyi bir ülke olamazdı. Çünkü Protestanlığın merkeziydi ve Batı’yı kadim rayından çıkarıp başka yöne doğru akıtan enerji oradan çıkmıştı.

Batılılar yaşamayı biliyorlar, çünkü ellerinde yaşamak suçu var. Yaşamaktan başka bir şey bilmiyorlar. Başka türlüsünü unutmuşlar. Bu da onları dört elle buraya sarılmaya itiyor. Öte dünya varsa, bir fikir olarak var. Burası ise tüm gerçekliği ve geçerliliğiyle ellerinde. Bundan bağımsız nefes bile almıyorlar. Bu yüzden yaşamak iyi duruyor üzerlerinde. Sırıtmıyor. Sonradan görme durmuyor. Bunu, oradaki Türkler için de söyleyebilir miyiz? Kısmen. En azından son kuşak için. Aslında beni bu yazıyı yazmaya iten sebep Almanya’da yaşayan Türkler oldu. Onların oradaki durumları bir şeyler söylememi zorunlu kıldı.

Almanya, kendinizi kesinlikle yabancı görmeyeceğiniz bir yer. O kadar ki, Stuttgart Havalimanı’nda kendimi Sabiha Gökçen’de zannettim. Almanlar gözüme yabancı göründü. O kadar Türk var yani. Ve her tarafta Türk lokantası. Bir de Ditib’in camileri. Peki ne yapıyor Türkler Almanya’da?

Bu soruya verilecek mutlak bir cevap yok. Hele de bütün Türkleri kapsayan bir cevap. Bazı şeyleri söylemek mümkün sadece. Her şeyden önce şu söylenebilir. İlk gelen kuşakla şimdiki kuşağın yaptığı şeyler aynı değil. Tamamen farklı da değil. İlk kuşak maişet derdi için oradaydı. Gittiler ve çalıştılar. En ağır işlerde ömürlerini tükettiler. Elleri para gördü. Evleri, arabaları oldu. Hatta yatırım yaptılar Türkiye’de. İkinci kuşak da öyle. Üçüncü kuşak da.. Doğrusu kaç kuşak geldi geçti bilmiyorum. Ama kuşaklar arasında bariz farkların olmadığını biliyorum. En önemli fark belki de, ağır işçi statüsünden fikir ve kültür işçisi statüsüne geçme adına yapılan münferit hamleler. Üniversite okuyarak entelektüel ve kültürel anlamda kendini farklı bir yerde konumlandırmaya çalışan bir güruhun olması. Yeterli mi bu? Hayır. İhtiyaç nasıl? Haddinden fazla. Devlet bir şeyler yapmaya çalışıyor mu? Evet. Yeterli mi? Hayır. Ki orda yaşayan bir çok kişiye göre yöntem hatası var devletin. -Oraya girmeyeceğim ama oraya girmek gerek-

Bu münferit girişimler, Türkleri ufuk ve vizyon anlamında domine etmeye yetmiyor maalesef. Türklerin çoğu hala maişet derdinde. Karınlarını doyurmaktan fazlası olarak daha çok kazanma isteğiyle hemhal. Daha iyi bir ev, daha iyi bir araba vs. Ama eğitim seviyesini yükseltme, kendini geliştirme, Almanların gıpta edecekleri bir kültür adamına dönüşme.. Bunları dert edinen çok az. Edinenlerin önlerinde örnek sorunu var. Zira insan emsaller üzerinden yaşar hayatı. Edinenlerin önlerinde Alman olmama gibi bir sorun da var. Maça yenik başlıyorsunuz Alman değilseniz. Alman değilseniz ikinci hatta üçüncü sınıfsınız. Ama bunlar bizi durdurabilir mi? Tarih boyunca yüksek standartlar üretmiş bir milletin evlatlarını bu engeller durdurabilir mi? Sadece ekmek derdi bize yeter mi? Ekmekten sanata, kültürden irfana bir meydan okumaya vücut vermek bizim asıl amacımız değil mi? Ağır işlerden ince ve yüksek nitelikteki işlere terfi etmenin zamanı gelmedi mi? Batı kültürünü içip, kendi kültürümüzle terkibe durarak, orada, yeni, yepyeni bir dile, anlayışa vücut vermenin zamanı gelmedi mi? Kim olduğumuzu hatırlayarak hikayeyi yeni baştan kurgulayacak enerjiyi açığa çıkarmak artık en birincil meselemiz olmalı değil mi?

Haftaya devam edeceğiz inşallah.