Kaybettiğimiz bir hazine olarak uzun bir dönemden beri cevabını arayadurduğumuz ilim ve irfan geleneğimizin, bize neler kaybettirdiğini her yeni “ebleh”likle çok daha derinden idrak ediyoruz…

Ansiklopedik düzeyde bilgi küpü olmakla kendini “büyük âlim” sananların, aslında analiz kabiliyetinden yoksun, tefekkür geleneğinden kopuk birer “bilgi hamalı” olduğunu, bir toplumun inançlarına, değerlerine saldırırken ki tereddütsüz hallerinden anlamak hiç de zor değildir…

Özür elbette değerlidir…

Fakat “zihinsel bagaj”ı temizlemiyorsa o bagaj, gününü ve gücünü bulduğunda ve üstelikte öç alma ruhuyla yeniden gün yüzüne çıkma kapasitesi taşır…

Elbette onu da tasvip edemeyiz; ama bireysel bir sapkınlığı genelleyerek bütün bir camiayı ya da insanlığı hepçi-hiççi bir genellemeye mahkûm etmek, en hafif tarafıyla bir akademik ihtiyatlılığı yok saymaktır…

Erol Mütercim gibi “güya akademisyen” şahsiyetlerin, tek kanallı bir okumayla, icat edilmiş bir tarihe kendilerini yasladıklarını, konuştuklarından ve yazdıklarından çıkarmak tarih usulü, tarih felsefesi bilen herkes tarafından çok kolay fark edilecek bir hakikattir…

Onun bu gerçeğine komploculuğunu, fütüristliğini de eklemeden geçemeyeceğim…

Sürekli Türkiye’nin geleceğini laboratuvar ortamında şekillendirmeye çalışanların ürettiklerini, üstelik de bir hakikatmiş gibi ve de bir akademik ağzın desteğini de yanına koyarak pazarlayan bir Erol Mütercimler gerçeğinin farkında olmadığımızı zannediyor kendisi…

“FETÖ’nün darbesi kötüydü ama her darbe de kötü değildir” fikrinin sahibi olarak da beyan-ı hakikat orta yerde değil midir?

Odatv’nin, haşa “ehl-i namus” bir tarikat şeyhi gibi fikrine danıştığı gerçeği de, bugün başka bir dikkatle zuhur edince, “Yeni bir Ali Kalkancı mı türetilmeye çalışıldı” sorusunu sormadan geçemeyeceğim bir mesele üzerinden, İmam-Hatip nesline bu kadar kin kusmak, akademisyen aklından çok “şövalye ruhu”nu hatırlatıyor…

Kaldı ki, bildiğim kadarıyla bu şahıs bir İHL mezunu da değil…

O halde ulaşılmak istenen nedir?

Ahlaksızlığın, sapıklığın, terörizmin ve lanetlenesi her şeyin ve onları yapan herkesin yaptığı kendine mahsustur…

Eğer bu şahısların bir gurupla, cemaatle, partiyle ya da platformla bir bağı var ise onu değerlendirirken de kriter şudur: Daha önce asla nasıl biri olduğunu bilemeyecekleri -tabi müneccim değillerse-bir şahsiyetin, ne olduğu meydana çıktıktan sonra arkasında durup durmadıklarına bakılması gerekir…

Eğer savunuluyorsa -sessiz kalmakta buna dâhildir-o zaman ait oldukları sosyal yapıda o suça iştirak eder; değilse hiçbir şekildeonu bağlamaz…

“Güya akademisyen”in bu kadar basit ve tarihsel bir hakkı teslim edemeyişi, işinin hakkını veren her akademisyen adına, büyük bir vebal yüklenmekten başka bir şey değildir…

Ne yazık ki, galeyana gelerek ve birilerinin kutsalına saldırarak kendi kendini “kurban” eden bir şövalye ruhluyu daha, konuşmak zorundayız…

Zira bu zihniyetler sorgulanmadığında ve tabiileştiğinde toplumsal immün yapımız gerekli antikoru üretemez hale gelir ve “kendinden gibi” gördüğü hasta edici zihniyete yenik düşer…

Byung-Chul Han bu durumu şu şekilde izah ediyor: “Bağışıklık direncinin nesnesi, haddizatında yabancılıktır.”

Bu pencereden bakıldığında görülecek hakikat: Bir toplum kendisine yabancı düşünceleri normalleştirdiğinde bağışıklık direnci düşer ve hastalanır…

Fikirsel olarak yabancı olanı dahi kendiyle aynı gören, “Pozitifliğin aşırılığı”nın bizi nereye götüreceğini de Baudrillard bize söylesin: “Aynıyla yaşayan, aynıdan ölür.”

Tavır ve duruş, fikrinin farkında olanların işidir…