Sabah alarmın sesiyle uyanıyor, hızlıca hazırlanıyor, trafiğe karışıyor ve günü tamamlamak için koşturuyoruz.
Biyolojik saatimiz tıkır tıkır işliyor.
Kalbimiz kan pompalıyor, ciğerlerimiz havayla dolup boşalıyor.
Dışarıdan bakıldığında "yaşıyoruz".
Peki, bu mekanik döngü gerçekten "hayat" dediğimiz o muazzam tecrübenin karşılığı mı?
Durup kendimize şu can alıcı soruyu sormamız gerekiyor:
İnsanın bedenen yaşaması yaşadığı anlamına gelir mi?
Sadece metabolizmanın çalışması, bir insanı "diri" kılmaya yeter mi?
Ya da ruhen yaşıyor olmak denilen o ihmal edilmiş hakikat, denklemin neresinde duruyor?
Modern çağın en büyük yanılgısı, yaşamı sadece fiziksel bir mevcudiyet zannetmesidir.
Oysa gerçek anlamda diri olmak bedenen diri olmanın ötesinde manen, psikolojikmen diri olmak demektir.
Gözlerindeki feri yitirmemiş olmak, bir amaç uğruna heyecan duyabilmek, acıyı da neşeyi de iliklerine kadar hissedebilmek demektir.
Etrafımıza dikkatlice baktığımızda ürkütücü bir manzarayla karşılaşıyoruz.
Caddelerde yürüyen, ofislerde dirsek çürüten kalabalıkların arasında gezinirken acı bir gerçeği fark ediyoruz:
Nice kimse var, bedenen hiçbir engeli olmadığı halde psikolojik olarak eli kolu tutmayan, ayakları yürümeyen...
Fiziksel olarak en ağır yükleri kaldırabilecek pazılara sahipler ama bir hayalin ucundan tutmaya mecalleri yok.
Ayakları sapasağlam, kilometrelerce koşabilirler ama kendi kaderlerine doğru tek bir cesur adım atacak iradeleri felç olmuş durumda.
Zihinleri var ama üretmiyor, kalpleri var ama hissetmiyor.
Peki, sıkıntı nerede?
Bu kitlesel uyuşukluğun, bu ruhsal ataletin kaynağı ne?
Fiziksel hiçbir engeli olmadığı halde insanı ölü kılan şey nedir?
İnsanı ölü kılan şey; anlamsızlık girdabıdır.
Rutinin konforuna teslim olup, merak duygusunu yitirmektir.
"Ben kimim ve bu dünyada ne yapıyorum?" sorusunu sormaktan korkmaktır.
Umudunu kaybetmiş bir kimse, ruhunu çoktan terk etmiş beden gibidir; ayaktadır ama içi boştur.
Korkularının esiri olup potansiyelini mezara gömen herkes, nefes alsa da manen ölüdür.
Tam bu karanlık noktada, tünelin ucundaki ışığı arayan o nihai soru şudur:
İnsanı diriltecek şey nedir?
Bu manevi ölüm uykusundan nasıl uyanılır?
Diriliş, dışarıdan gelecek mucizevi bir dokunuşla değil, içeriden başlayacak bir devrimle mümkündür.
İnsanı diriltecek şey, yeniden bir "anlam" bulmaktır.
Bir inanca, bir davaya, bir sevgiye veya bir ideale tutunmaktır.
Vicdanının sesini kısıldığı yerden yeniden duymaya başlamaktır.
Başkasının acısıyla dertlenebilmek, bir çiçeğin açışında hayreti yakalayabilmektir.
Dirilmek; üzerimize serpilmiş ölü toprağını silkeleyip, "Ben buradayım ve varlığımın bir amacı var" diyebilme cesaretidir.
Bedenen var olmanın yetmediğini anladığımız gün, ruhumuzun da diriliş günü olacaktır.