Yazmaya başladığım günden beri evvela babama sonra da kendime verdiğim bir söz var kâri. Şimdiye değin de mümkün olduğunca bu söze uymaya çalıştım. Siyasetle ilgili yazılar yazmak istemedim hiç. Kıymeti olmadığından ya da bir fikrim bulunmadığından, anlamadığımdan ya da anlatamadığımdan değil. İtiraf edeyim, belki de korktuğumdan, çekindiğimden.

Herkesin bir siyasi fikri, düşüncesi olabilir ve hatta bence olmalı da. Ama özellikle son birkaç asırdır siyaset denen şey bizim topraklarımızda ya başı gövdesinden ayıran ya da gövdesinde bir baş olmayanları baş yapan bir hale büründü. Ve ben de hem babamın sözüdür deyip de bu çizgiden öteye geçmedim hem de gerçekten istemedim bunu. Bu sebeple bu yazacaklarımın siyasi bir derdi yoktur ve olmayacaktır da. Bil isterim. Hem bu söyleyeceklerim siyaset değil hakikattir. Geçelim…

Ben gibiler, bizim gibiler bazı şeyleri yapmaktan çekinirler, korkarlar, hatta yaklaşmak bile istemezler. Zira öyle büyüdüler. Öyle büyütüldüler. Misal ki başaracağımızdan ziyade başaramayacağımıza inandırılarak büyüdük biz, yapacağımızdan çok yapamayacağımıza inandık, inandırıldık. Kandırıldık. Daha açık söyleyeyim, dışlandık, dışarı atıldık, utandırıldık, saklandık, sırlandık. Ne vakit başımızı kaldırıp da “ben de varım” desek ellerindeki “orağı” başlarımıza “çekici” sinemize indirdiler. Biz “yaparız” dedikçe, onlar “yapamazsın” dediler. Ve esas acı olan tarafı şu ki; bu söylenenlere mecburen de olsa inandık. Ve evet bunun karşısında duranlar da oldu, bizi, inancımızı “savunan”lar da oldu. İyi ki oldu onlar, davasına inanan o güzel adamlar olmasa ne bu yazıyı yazabilirdim ne de belki yazı yazabilirdim.

Şöyle bir zamandan bahsediyorum sana, şöyle bir dönemden: ki bunlar şahit olduklarım, gördüklerim, işittiklerim ve tecrübe ettiklerimdir.  Doksanlı yıllarda büyümüş benim gibi Anadolu’nun bilmem hangi şehrinden çıkıp da büyük şehirlere gelen ailelerin çocukları; daha net söyleyeyim ya hu; inançlı Anadolu çocukları o vakitte üvey evlat bile değil bir sığıntı muamelesi gördüler. Kendilerinden ve inandıklarından utandırıldılar. Daha tazecik zihinlerine bir zehir zerk edildi ki halen dahi o zehir tam manasıyla temizlenmiş değildir. Ve inan o zehri temizlemek öyle kolay da değildir. İnandığı gibi yaşıyor diye okullarda okuyamayanlar, başlarında suni iplerden yapılmış saçlar taşıyanlar, kapısının önünde polislerin beklediği okullarda okuyanlar, hepimizin annesi, babannesi gibi başında örtüsü var diye oğlunun yemin töreninde askeriyenin içine alınmayıp da kapının önünde diz çöküp de ağlayanlar, namaz kılıyor diye askeriyeden atılıp işsiz ve aç kalanlar… Haklının güçlü değil, güçlünün haklı sayıldığı zamanlar… Neyse… Bilenler o günleri daha iyi anlatıyorlar zaten. Bunu anlatmak bana düşmez ve düşmüyor da. Ben başka bir şey anlatayım sana, kendimle ilgili bir şey…

Halen dahi hatırladıkça içimi sızlatan, gönlümü daraltan ve uykularımı kaçıran bir hatıram var o günlere dair… Doksanlı yıllarda ilkokul’da okuyan bir öğrenciyken yani belki yedi belki sekiz yaşındayken ve şimdiki halim gibi değil masumken o zaman, ismini şimdi hatırlayamadığım ama yüzünü hiç unutmadığım bir bayan öğretmenim her fırsatta başı örtülü olanlarla ilgili yani benim gibi o sınıftaki birçoğunun annesi, ablası, halası, teyzesi ile ilgili hakarete varan ve aşağılayıcı sözler söylerdi. Sırf o yüzden ne beni almaya ne de bir toplantıya annemin gelmesini hiç istemezdim, saklardım, saklanırdım. Daha açık söyleyeyim küçücük bir çocuğu annesinden utandıracak bir zamanı yaşadı ben gibi olanlar. Hatırıma geldikçe içim acıyor, uykularım kaçıyor ve anneme hiç söylemesem de her seferinde özür diler gibi öpüyorum ellerinden.

Yirmi sekiz şubat dedikleri nedir, ne değildir onu işin ehli olanlar söylesin ama bence işte tam da budur…