Bir insanın gözlerine dikkatle baktığınızda bazen kelimelere gerek kalmaz. Derin bir yorgunluk, tarif edilemeyen bir huzursuzluk, görünmez bir korku...

Tüm bunlar gözlerde saklıdır. Çünkü modern çağın insanı, artık duygularını susturmaya mecbur edilmiş bir varlıktır. Ve bu zoraki sessizlik, en çok da kaygıyla ve güven eksikliğiyle şekillenen iç dünyasında yankılanır. Güven eksikliği, bir toplumun damarlarında yavaş yavaş yayılan bir tür zehirdir. Önce ilişkilerde hissedilir. İnsanlar birbirine mesafe koyar. Söylenen sözlerin altında mutlaka bir “niyet” aranır. Her davranış bir beklentiye, her iyilik bir karşılık kaygısına bağlanır. Ardından bu güven eksikliği aileye, iş yaşamına, sokaklara, eğitim sistemine, hatta devlete sirayet eder. Artık insanlar sadece birbirine değil; hayata, geleceğe, sisteme de güvenemez hâle gelir.

İşte bu atmosferde doğan kaygı, sadece bir ruh hâli değil, bir varoluş hâlidir. Artık insan sadece “endişeli” değildir; endişenin kendisine dönüşmüştür. Her adımda bir risk, her kararın ucunda bir çöküş ihtimali vardır. Sosyal medya sayfalarında sahte gülüşler paylaşan milyonlarca insan, geceleri uykusuzlukla, sabahları mide kramplarıyla boğuşur. Çünkü zihin, güvende olmadığını hissettiğinde beden alarm verir. İnsan neden bu kadar güvensiz hisseder? Neden içi bu kadar daralır? Bunun cevabını sadece bireysel psikolojiyle açıklamak eksik olur. Güven, toplumsal bir inşadır. Bir çocuk, büyürken ailesinin sözlerine ne kadar güvenebilirse; bir birey de devlete, kurumlara, dostluklara o kadar güvenebilir. Ama bu bağlar zedelendiğinde, birey neye yaslanacağını bilemez. Sonuç: yönsüzlük, köksüzlük, savrulma… Yıllar önce bir yaşlı adamla tanışmıştım. “Evladım, insan bir yere ait hissedemezse, hiçbir yere sığamaz” demişti. O söz zihnime kazındı. Çünkü güven duygusu, tam da ait olma hissiyle ilgilidir. Güvendiğinizde, kök salar, büyürsünüz. Kaygı ise o kökleri kurutan görünmez bir asittir. Kimseyi suçlayamazsınız tam olarak. Çünkü suçlu yoktur; ama sorumlular çoktur.

Bugün çocuklarımız dahi daha hayatı tanımadan kaygıyla tanışıyor. Okullarda sınav baskısı, sosyal medya karşılaştırmaları, ebeveyn beklentileri derken daha 12 yaşında bir çocuğun yüzünde “yetişkin yorgunluğu” görüyoruz. Eğitim sistemimiz “başarı”yı öylesine dar tanımlıyor ki, öğrenciler sınav kazansa bile hayatı kaybediyor. Bu kuşak, sadece işsizlikten değil, güvensizlikten kırılıyor. Kendine güvenemeyen, ailesine duygularını açamayan, arkadaşlarına kendini ispatlamaya çalışan bir kuşak… Bir başka mesele: dijital güven illüzyonu. Sosyal medya, bireye sahte bir kontrol ve güven hissi verir. Filtrelenmiş hayatlar, onaylanmış gönderiler, beğeniye göre şekillenen özsaygı... Ancak gerçek hayatta işler böyle işlemez. Orada bir “like” butonu yoktur. İnsan, dijitalde güçlü görünürken, gerçekte kendine bile dayanamıyorsa, bu ikilik onu içeriden çürütür. Sahte güvenin bedeli, gerçek kaygıdır. Buraya kadar anlattıklarım bir tabloyu betimliyor. Ama bir yazar sadece teşhis koymakla yetinmemeli; bir çıkış yolu da aramalı.

Benim bu konuda birkaç temel önerim var: Toplumun Güven Kodlarını Onarmak Gerekir: Bu, sadece bireyin değil, sistemin sorumluluğudur. Eğitimden yönetime, aileden medyaya kadar her alanda güven duygusu yeniden inşa edilmelidir. Şeffaflık, adalet, tutarlılık gibi ilkeler sadece kavramsal değil, yapısal bir temele oturtulmalıdır. Kendine Güven, Başkalarına Güvenle Başlar: “Kendine inan” klişesini duydukça içim acıyor. Çünkü kendine inanmak, boşlukta gelişmez. İnsan önce bir yerde değer gördüğünü, duyulduğunu, anlaşıldığını hissetmeli. Bunu sağlayan ortamlar oluşturulmalı. Kaygı, çağımızın içten içe büyüyen çığlığıdır. Güven ise o çığlığı dindirecek tek ilaç. Birbirimize güvenmeyi yeniden öğrenmediğimiz sürece; ne huzur inşa edebiliriz ne de yarına umut taşıyabiliriz. Ve unutmayalım: Güven bir lüks değil, bir ihtiyaçtır. İnsan, ancak güvende hissettiğinde insan kalabilir.