Osman dede, yaşadığı zamanın merhametli, güçlü ve sözü dinlenir bilgelerindenmiş.. Dede dediğime bakmayın, Saçaklızade’nin “Risaletül Adil ve Zulüm” risalesinde söz ettiği Allah’ın (cc) adeleti için yorulmaz bir hademe ve aynı zamanda gözü pek cesur askermiş. Yıllar evvel Osman dede, alperen bir torununa kim olduğunu, adını, görevini, asıl hikayesini ve miras bıraktığı hazinelerinin yerini tarif etmiş ve iyice de belletmiş.

Bir gün Osman dedenin başına bir fenalık gelmiş. Öyle ki dışarıda mirasına göz dikmiş melunlar toplanıp saldırmışlar ve mirasını yağmalayıp aralarında paylaşmışlar. Bu işi bilenler o mirasın sadece bir kısmından 64 ülke çıktı diye anlatırlar. Miras o kadar değerliymiş ki yağmaya gelen melun sürüsünün arasında kavga çıkmış yıllarca savaşarak milyonlarca insan öldürmüşler. Fakat Osman dedenin torunu o günlerde başına gelenlerden sonra toparlanıp yerden kalkacakken birbirine saldıran bu melun sürüsü korkmaya başlamış. “Osman dedenin torunu yerden kalkarsa kendi mirasını geriye alır” diye telaşlanmışlar. Gel zaman git zaman Osman dedenin torunu tam düştüğü yerden kalkacakken başlamışlar vurmaya. Vurmak dediysem öyle silahla sopayla değil, aklına, hafızasına vurmaya başlamışlar. Torun darbeleri yedikçe okuma yazmayı da unutmuş, adını da unutmuş, kim olduğunu da. “Ben bu değilim” dedikçe darağaçları kurup asmışlar bu torunu. Öyle bir kere değil binlerce kez asılmış, “kimim ben” diye sordukça gecenin bir karanlığında boğazına kayışlar dolanıp boğulmuş, sürgün edilmiş, zindanlara atılmış… Bir gün sonunda kim olduğunu tamamen unutmuş.

Rivayet odur ki; Osman dede unutmadı, aslında sadece nefes alabilmek için sustu. Sustu çünkü Osman dedesinin ona bıraktığı mirası kalbinin en derin yerine saklayabilmek için köy köy, mahalle mahalle sadıkların evlerine dağıttı. Rivayet tabi itibar edilir mi edilmez mi bilemeyiz.

Melûnlar, Osman dedenin kim olduğunu unuttuğuna inandıkları bir gün, aralarından sinsi bir adalı çıkıp gelmiş. Sinsiliğiyle meşhur olan bu adalının casusları öyle becerikliymiş ki kandıramadığı kimseler yokmuş o zamanda. Osman dedenin torununa dünyanın uzak diyarlarından gelen sığı ve fakir alfabeyle okuma yazma öğretmişler. Bizim harflerimiz Alfa ve Bata harfleriyle başlar o yüzden bunun adı Alfabe’dir diye emretmişler. Bir kıyafet giydirmişler ve aynanın karşısına dikip “Sen busun” demişler. Kıyafet yabancı, dil yabancı, gösterdikleri harfler yabancı olunca alışamamış torun ama ses etmemiş. Adalı bakmış ki aynanın karşısındaki torun hafızasını tamamen yitirmiş, ne dedesini ne de dedesinin ona bıraktığı mirası hatırlıyor “Öyleyse” demiş “senin hedefin budur bundan sonra”…

Torun ayak uydurmaya çalışmış yıllarca, öyle bir hale gelmiş ki aynanın karşında ona sahte kimlik veren adamı ikna etmeye çabalar hale gelmiş. “Vallahi ben senin söylediğin kişiyim” diye yalvardığı, hatta buna inandırmak için durup dururken Kore diye bir yere gidip onun adına, hiç tanımadığı insanlarla savaştığı bile olmuş. İnansınlar diye Cezayir’deki kardeşleri kesilirken hiç sesini çıkarmadan oturup beklemiş. Fakat bu sırada aynayı kuran ve kimliği veren adalı bir şeyden çok rahatsız oluyormuş. Bizim torun “Ben sizin söylediğiniz” insanım diye ikna etmeye çırpınırken bile ne zaman minarelerden ezan okunsa durup mahzun olurmuş. Göğe bakar, uzun uzun dalarmış.

Bir gün adalı demiş ki; “İki büyük hata yaptık. Bu torunun bayrağındaki hilali bıraktık bir de şu ezanı. Bayrağı şimdi değiştirsek bu torun travma yaşar aslını hatırlar. Öyleyse ezanı değiştirin bari de anne karnındaki bebeğin hatırladığı annesinin kalp sesini duyunca kendini hatırladığı gibi bu da günde beş defa ezanı duyup kim olduğunu hatırlamasın” Adalı emri vermiş ve ezan değişmiş.

Torun yine bir gün melunlara “Bende sizdenim, beni de aranıza alın” diye ikna etmeye çalışırken minarelerden “Tanrı uludur, tanrı uludur” diye ses yankılanmış Torunun kalbinde öyle bir boşluk olmuş, öyle bir sancı saplanmış ki… olduğu yere yığılıp kalmış.

Yığıldığı yerde bir de bakmış ki; hani rivayete göre köy köy, mahalle mahalle sadıkların evlerin pay edilip saklanan bir miras vardı ya; O büyük miras, Anadolu’nun her yerinde şuur çiçekleri olarak açmaya başlamış. Sonra şeref için ayağa kalmanın ilk adımı atılmış. Ezân-ı Muhammedî lisanı aslına geri gelmiş. Yıllar sonra annesinin kalp atışını duyan torun yeniden hatırlamaya başlamış. Yıllar geçtikte aynayı tutan melun hırsından kudurur hale gelmiş ve mahzeninde ne kadar cehennem köpeği varsa torunun peşine takmış. Kim olduğunu hatırlayan torun büyümüş ve asil öfkeleriyle ve dedesinden miras teklifleriyle yola koyulmuş. Yolda yürüdükçe Osman dedenin anlattıklarını parça parça hatırlar, hatırladıklarını birleştirip kendi asılını ortaya çıkarmış.

Okuyucuyu tasdik: Evet aklınızdan geçenler doğru. Çaktırmayın!