Kendimle kalınca hamaseti seviyorum. Damarımdaki kanı ateşliyor. Çok daha yükseklere fırlıyorum. Beni hayatın rutin ve sıkıcı işlerine saplanıp kalmaktan kurtarıyor. Hamaset sayesinde kuyruktaki sıramı bırakıp, sürümden ayrılıp, kurtarmak adına dünyaya kaynak yapıyorum. Ancak bütün bunlar var olan gerçekliği ve şartları yok etmiyor. O gerçekler bazen söyleyebileceğim bütün sözleri anlamsız ve geçersiz kılıyor.

Bir dostumun yazılarına göz gezdiriyorum. Çoğumuz tanıyor ama isim vermeyeceğim. Benzer durumda birçok arkadaşımız olduğu da aşikar. Yıllar önce ardına saklandığım tek bahanem mağdur olmamdı. Sesimi kısıp, başka sesleri yüksek volümde veren sistem, sürekli haklıyken haksız görünmeme neden oluyordu. Resmi ideoloji elindeki sopayı durmadan sallıyor, sussa da, susmasa da sıra herkese geliyordu. Beni o günlerde bu arkadaşın yazılarını okumak rahatlatıyordu. “Taksimde çiçeklere saldıran kızın gizli aşkı sensin” diyordu. İktidarda olup sistemle uzlaşma niyetinde olanlara “adliye koridorlarını yeşile boyuyorlar” diye direniyordu. Onun öyle demesi hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Ama önemli bir şey yapıyordu. Yüreğime su serpiyordu. Garip karşılamayın bu sözü, eğer şairseniz yüreğinize serpilen su çok ama çok değerlidir. İnsanın içindeki şiiri diri tutar.

Şimdi yerliler yani biz sopa yiyenler bir yerlere geldik. Bahane üretmekten çok, el ele verip elimizden geldiğince bir şeyler yapmaya, bir şeyleri değiştirmeye çalışıyoruz. Uzun ve çileli bir yolculuğun ortasındayız ve daha kat edilecek çok yolumuz var. Bu arkadaş yine bağırıyor. Çünkü bizi sistemin sahibi olarak görmeye başladı. Sistem dediğini yerele indirgiyor. Oysa sistem dediğimiz şeyin küresel, korkunç ve adaletsiz bir yapı olduğunu, bunun için geldiğimiz noktada neyi ne kadar değiştirebildiğimizi anlamak istemiyor. Bu arkadaşlara birisi hatırlatsın artık; elimizde bütün dünyayı bir günde değiştirebilecek sihirli bir güç yok. Yalnızca surda açılan bir gedikten umutla mesafe almaya çalışan karıncalarız.

Varlıklarını öteki üzerinden, muhalif olmak üzerinden konumlamış. Devrik cümlelere alışmış. Düzgün cümleler kuramıyorlar. Bu arkadaşların taşın altına elini sokmak yerine yumruğunu bize göstermek kolaylarına geliyor. Daha az risk alıyorlar. Ezilenlerin dünyasında kelimelerden kahraman olmak böylece daha kolay oluyor. Bütün iyi niyetleriyle alışkanlıklarına sahip çıkıp onlar da eski Türkiye’de kalmak istiyorlar. Bir çeşit “mazoşizm” kabul edebiliriz. Yazmam için sopa yemem lazım der gibi davranıyorlar.

Bizlere gelince ne risk aldığımızı çok iyi biliyoruz. İktidar olmak kalabalık ve çoklukla mümkün. Büyümek demek aynı zamanda kirlenmektir. Vücuda bir sürü istenmeyen organizma dahil olur. Bunlarla da mücadele etmek ateşinizi daha çok yükseltir. Devletler ağır çarklılardır. Anarşist ve yıkıcı hamasetle çarkı kırmak hiçbir zaman hedefinize ulaştırmaz. Nuh’un gemisinde gibiyiz. Biz yol alırken bu ateş çemberinde, depremler, savaşlar ortasında (hatta kandan kızarmış bir denizde) gemiyi batırmadan yol almak, çocuklarımızı kurtarmak zorundayız. Kalemlerimiz rahata alışkın değil. Yoksa biz de biliyoruz delikanlı cümleler ve eskimiş sloganlarla, dışarıdan gazel okuyup, şiirlerdeki gibi “ucuz cesaretlerin kahramanı” olmayı.

Bu arkadaşlardan birisi de Doğu Türkistan’ı ve Rusların Suriye’yi işgalini sırf yenildiniz demenin keyfini çıkarır gibi sorguluyor. Yenilirsek, yenilenin “ biz” olacağını hala anlamıyor. Çünkü kafasındaki “biz” tanımında sorun var.

Kardeşim her şey yeterince açık seçik değil mi? Entelektüel derinliğe, analize, kritiğe hiç ihtiyaç yok. Çin’e, Rusya’ya gücün yetmiyor. Yeterince güçlü değilsin. Kaç yüzyıl zaman kaybetmişiz. Bizim çok güçlü olmamız lazım. 850 milyon dolarlık değil, 8 trilyon dolarlık ekonomi olmamız lazım. Dünyanın en güçlü ordusuna sahip olmamız lazım. Milyonlarca masuma ve bize ihtiyacı olana başka türlü yetişemeyiz. Türkiye son kalesidir sadece İslam’ın değil, insanlığın da son kalesidir. Dünya yanıyor çok zamanımız yok. Hepimizin el ele verip bunun için bir şeyler yapması gerekiyor. Bunun için yola çıkmış hedef koymuş insanlara çelme takmak, olanın olabileceğin daha fazlasını hiçbir gayret göstermeksizin onlardan beklemek de neyin nesi oluyor. “Dünya beşten büyüktür” demek zaten dünya egemenlerinin masasına yumruğunu vurmak demektir. Şimdi o yumruğun gereği için, o yumruğun ardında yumruklarımızı sıkmak gerekiyor.

Demokrasi bir çeşit ahlaktır. Birlikte yaşama ahlakıdır. En çok da bize yakışır. Adalet bize emir olunandır. Ancak bütün rakiplerin adaletsizse, asla demokratik ahlaka sahip değilse kendi ellerini bağlayıp sopa yemek de biraz ahmaklıktır. Unutmayın, adalet eşitlik demek değildir. Adalet her şeyin olması gereken yerde, olması gereken büyüklükte, olması gereken açıda tanzim edilmesiyle sağlanır.

Bilmem anlatabildim mi? Ah! Benim entel gözüm…