Son olarak, ağabeyim AdemÖzköse, internet sosyal paylaşım sitesi Twitter hesabından dile getirdi:

“İşçilerin hakları konusunda muhafazakarlar da en az diğer kesimler kadar kirlidir. Bakmayın siz onların burada hadis paylaştıklarına.”

Eski güzel günlerin eski güzel işverenleri, “Ya Rabbi, sana hamdolsun ki şu kadar adamın rızkını şu fakirin tezgahından veriyorsun” diye dua ederlerdi.

Şimdiyse işçisinin maaş, sigorta, izin… herhangi bir insani talebini “Ya benim dediğimi kabul edersin, ya da kapı şurada!” diyen, yeni çirkin günlerin yeni çirkin işverenleriyle dolu etrafımız. Hâşâ, hâşâ ve hâşâ rızkı kendileri veriyormuş gibi davranıyorlar.

Devlet, az çok makul bir sistem öngörüyor, ama denetimi sağlayamıyor. En sıkı denetimingerçekleşeceğini düşündüğümüz, mesela belediyelere iş yapan şirketlerde (ve onlarla koordinasyonu sağlayan belediyelerde) bile “Sizin işiniz benim iki dudağım arasında” diyen, hâşâ tanrılık iddiasındaki böyletipleri görüyoruz.

Devletin burnunun dibinde vaziyet bu iken, az ötede, pek mahir avukatlar ve pek mahir muhasebecilerin gayretleriyle “Nasıl daha az maaş veririz, şu sigorta priminden nasıl yırtarız, her üç ayda bir işçiyi işsizlikle nasıl tehdit edebiliriz” diye bin bir türlü dümen çevrilmesi gayet normal.

Derdim maaş, sigorta, şu, bu değil. Bunlar, mevzubahis patronların o çok sevdikleri üç günlük dünyada işleyen yasalarlailgili şeyler. Esas itibarıyla dinen, onun vaz’ettiği ahlaken, o ahlakın inşa ettiği medeniyet mirasımıza uygun şekilde davranılmadığından şikayetçiyim. Yoksa, yarın bir gün o yasalar ortadan kalksa, neler neler yapacaklar.

Rahmete, berekete, duaya inanan pek kalmadı çünkü. Varsa yoksa, “Firma olarak zaten zordayız, bu dediklerinizi yaparsam ben batarım.” Zaten hiç bittiğini görmedik ki o “zor”un.

Oysa rahmete, berekete, duaya azıcık inansa fark edecek, “Evet, umduğum kârı elde edemiyorum, bunun işçi giderleriyle alakalı olduğunu düşünüyorum, ama anladım ki, aslında işçinin hakkını tam vermediğim için, onun hakkına girdiğim için bu tezgahın hayrını, bereketini göremiyorum” diyecek. Biraz daha inansa, “Asıl mesele kâr da değilmiş;Cenab-ı Allah, rızkı nereden, hangi vasıtayla dağıtıyor, mesele buymuş” da diyecek. Ama içinde bulunduğumuz berbat vaziyet nedeniyle, “azıcık inanma” ihtimaline bile razıyız.

Sendikalarımız da farksız. Garibanın hakkını müdafaa etmek yerine, “Yürürlükteki mevzuata göre olabileceğin en iyisi bu” deyip işin içinden sıyrılıyorlar. İşçinin haklarının gasp edilmesine imkan veren bir sürü boşluğu barındıran “yürürlükteki mevzuat” ile hiçbir problemleri yok.Evet, güçlü sivil toplum kuruluşları olarak politik arenada varlıklarını güçlü şekilde sürdürüyorlar, ama birincil vazifelerini yerine getiremiyorlar.

***

Acınacak haldeyiz. O kadar acınacak haldeyiz ki, maalesef, maalesef ve maalesef, çoğu alanda olduğu gibi burada da aynı kapıya çıkıyoruz: “Biz kendimizi adam edemiyoruz; devlet baba bizi adam et!”

Ama unutmamak lazım, “devlet baba” en fazla (ya da çoğunlukla) bu dünya için adam edebilir.