Deprem esnasında ayağımızın altındaki toprağa karşı duyduğumuz ‘güven’ kayboluyor, dengemiz bozuluyor bir anda. Sarsıntı şiddeti hakkında bilgi sahibi değilken; insanî zayıflık gösteriyoruz hemen. ‘Büyük zelzele’ oluyormuşçasına kulak zarı patlayacak gibi gürültü duyuyor, sanki etrafımızı kaplamış toz ve duman iç organlarımıza nüfuz ediyor gibi korkuyoruz.

Zelzele adeta “velvele” oluyor. Birkaç saniyelik zaman zarfında, şaşılacak bir muhayyile göstererek, adeta etrafımızdaki her şeyin yıkıldığını, yıkılacağını zannediyoruz; yaşadığımız sarsıntı üzerine soğukkanlı düşünemeden.

1999 depremini hatırlıyorum. Sarsıntı durduğunda, titreyen eşyalar sabit şeklini alınca; ancak ‘temelleri çürük’ olan binaların devrilmiş olduğunu, bunun dışındaki sağlam yapıların tozlarından silkinerek vakarla ayakta kaldığını görüyorum. Acaba şu anda içinde bulunduğumuz bu yer de ayakta kalamayacak, “gadab-ı ilahi” ile secdeye kapanmış gibi, hep aynı istikâmete uzanmış Marmara depremindeki o binalardan mı? Deprem geçirmiş, sel baskınları atlatmış, rüzgârlarla sarsılmış fakat yine de yerinde duran bir yapı ile her türlü dış etkiden uzak veya mahrum olan yapı hiç aynı olabilir miydi? Peki biz hangisindeydik? Yaşadıklarımızı, olduğundan fazla büyütüyorduk belki de.

Ömür dediğimiz yürüyüşün miktarı kaderin takdir ettiğinden fazla değildi nasılsa. Talih de yanımızdaydı, zamanlaması iyi ayarlanmış bir depremdi(!). İki editör bir musahhih olarak 6 katlı bir binanın en üstündeydik. Açtık… Ve öyle olur; gazeteciler bir araya geldiklerinde her zaman yaptıkları gibi, biz de ülkeyi kurtarıyorduk! İntihar etmenin çeşitli yolları vardır, gazetecilerinki ‘memleket meselesi’ olur ekseriyetle. Kalabalık yalnızlık gazetecilerinki, ne yana dönseler yine kendilerine çarparlar. Söz bitmez. Mutluluğu kaçırdıkları doğru; ama zaten aradıkları ‘mutluluk’ değildir. Çinlilerin düşman gördüklerine ‘kaplumbağa yumurtası’ demekten daha büyük hakaret bilmedikleri dünyada, belki de haksız sözlerin, adaletsiz eleştirilerin etkisiyle, sancılı ve zor cümlelerimiz boşlukta sallandı birkaç dakika içinde… Saniyelerce…

Oysa bir dakika önce veya bir dakika sonra meydana gelseydi sarsıntı, şiddeti farklı olsaydı, hepimizin yaşadığı endişeler farklı olabilirdi.

Bu hâliyle bile deprem, bütün ayrılıkları bir potada eriterek, dağları yerinden kaydırırken; birbirlerine sarılmış çocukların hâline döndürdü hepimizi.

Evet, ülke bir büyük depremin korkularını yaşıyor…

Peki; nedir bu sarsıntılar arasında birbirimizin saçlarını yolduğumuz, ciğerini söktüğümüz anlaşmazlıklar? İnsanlar hırslarını bırakıp da affetmeyi anladıklarında, kendilerinden başka herkesi mazur görecekler. Bu yüzden hepimiz, birbirimizi affetmeliyiz. Yoksa zelzele etkisindeki bu düşünceler, temelinden yıkacak bizleri.

Bu yüzden ey sevgili… Etrafta kanser, İstanbul’da deprem, sınırımızda ‘savaş’ var; ben de sana aşığım. Gördüğüm herhangi bir güzelliği sana gösteremedikçe, güzellikte bir eksiklik var gibi geliyor bana. Eğer bir gün hayatıma ihtiyacın olursa, deprem olmasını beklemeden gel ve al onu.