Türkiye’de yıllardır aynı ezber tekrarlanır:
“Siyaset yargıya karışıyor.”
“Bazı dosyalar talimatla açılıyor.”
“Bazı davalar yukarıdan yönlendiriliyor.”
Bu söylemler, Türkiye’yi itibarsızlaştırmak için hem içeriden hem dışarıdan körüklenir. Ama işte şimdi öyle bir örnek yaşandı ki, bütün bu ezberler tek kalemde bozuldu.
Adalet Bakan Yardımcısı Mehmet Yılmaz’ın teyzesi, Çevre ve Şehircilik İstanbul İl Müdür Yardımcısı Müzeyyen Yazıcı, oğlu Ahmet Yazıcı ile birlikte “usulsüz satış” suçlamasıyla tutuklandı.
Yani iddialar üzerine yürütülen bir soruşturma, kimsenin soyadına, makamına, akrabasına bakılmadan ilerledi.
Ne bir telefon trafiği, ne bir perde arkası pazarlık, ne de “yukarıdan” bir baskı…
Ve en önemlisi:
Mehmet Yılmaz, bu süreçte tek kelime etmedi.
Ne kamuoyu önünde “ailemi mağdur ediyorlar” dedi, ne de perde arkasından dosyaya müdahale etti.
Şimdi durup düşünelim.
Gerçekten siyasetin yargıya yön verdiği bir ülkede,
Adalet Bakanlığı koltuğunda oturan bir bürokratın yakını, hele ki “teyzesi”, böyle bir kararla karşılaşabilir miydi?
Cevap basit: Hayır.
Bu tablo, aslında Türkiye’nin hukukun üstünlüğü konusunda geldiği noktayı anlatıyor.
Kim olursa olsun, hangi akrabalık bağıyla anılırsa anılsın; suça karışmışsa bedelini öder.
Bu ülkenin adalet terazisi, bugün Mehmet Yılmaz’ın sessiz duruşunda yeniden güven tazeledi.
Helal olsun Mehmet Yılmaz’a.
Adaletin kılıcını eğmeden, terazisini şaşmadan tutabildiği için…
Ve bir kez daha gördük ki:
Şeriatın kestiği parmak acımaz — yeter ki adaletin eli titremesin.
//////////////////////////////////////////////
YANLIŞ YERDE ARADIĞINIZ DÜŞMAN
Furkan Bölükbaşı, sosyal medyada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı “sonu Menderes gibi olmasın” diyerek tehdit etti.
Sözde bir uyarıydı bu… Ama satır aralarına gizlenmiş zehirli bir niyet vardı:
Halkın seçtiği Cumhurbaşkanına, halkın iradesiyle hesap sormaya kalkışmak.
Oysa Furkan Bölükbaşı’nın da, onun gibi düşünen pek çok kişinin de hâlâ anlamadığı çok basit bir gerçek var:
Sorun Atatürk değil, sorun Kemalizm’i bir ideolojiye dönüştürüp millete tepeden bakan jakoben zihniyet.
Cumhuriyet, bu milletin ortak eseri.
Atatürk’ün liderliğinde kurulan o Cumhuriyet, bir azınlığın tekelinde değil; seksen beş milyonun ortak evi.
O Cumhuriyet sayesinde bu millet, sesi kısılan, hor görülen, dışlanan her kesimiyle kendi iradesini ortaya koyabildi.
Ve o irade bir gün çıktı, bağrından çıkan Recep Tayyip Erdoğan’ı Cumhurbaşkanlığı makamına taşıdı.
Erdoğan’ın hikâyesi, aslında Cumhuriyet’in en gerçek hikâyesidir.
Milletin çocuklarının, bu ülkenin en yüksek makamlarına ulaşabildiği bir Türkiye…
İşte Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in ulaşmak istediği hedef tam da buydu.
Ancak yıllar boyunca “Atatürkçülük” adı altında kendi iktidarını kuran bir zümre,
bu Cumhuriyet’i halka değil, kendine ait sanmaya kalktı.
O jakoben düzen, milletin değerlerini küçümsedi; inançlarını, geleneklerini aşağıladı.
Sorun Atatürk’te değil, Atatürk’ü bir sopa gibi kullanarak toplumu dizayn etmeye çalışanlardaydı.
Furkan Bölükbaşı gibiler hâlâ o karanlık ezberi tekrar ediyorlar.
Ama artık devir değişti.
Bu millet ne Menderes’i unutur, ne de milli iradeye uzanan parmakları.
Ve bilinsin:
Bu ülkenin Cumhuriyeti, artık elitlerin değil; halkın Cumhuriyeti.
Atatürk’ün hayal ettiği gibi, egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.
//////////////////////////////////////////////
DARBEYİ KİM YAPIYOR SAYIN ÖZGÜR ÖZEL?
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Ekrem İmamoğlu hakkındaki iddianameyi “sivil darbe” olarak nitelendirmiş.
Yani mahkemenin hazırladığı bir iddianameyi, devletin yargı organlarının yürüttüğü bir süreci “darbecilikle” suçluyor.
Bu, sadece akıl tutulması değil; aynı zamanda yargı bağımsızlığına açık bir saldırıdır.
Sayın Özel, “darbeciler bu kez postalla değil, cübbe ile geldi” diyor.
Ama unuttuğu bir şey var:
Bu ülkede postalla gelen de, silahla gelen de, siyaseti gasp eden de hep aynı çevrelerdi — ve CHP o dönemlerde hep alkış tutan taraftaydı.
Bugün ise yargı, seçilmişlerin değil, suç işlediği iddia edilen herkesin dosyasına bakıyor.
Bu, hukuk devletinin ta kendisidir.
İddianameyi okumadan, delillere bakmadan, “Bu bir darbedir” diye bağırmak, milleti sokağa çağırmaktır.
Bir partinin genel başkanına yakışan, yargıya meydan okumak değil; hukuka güvenmektir.
Kaldı ki eğer iddianame “siyasi” diyorsanız, o zaman İmamoğlu’nu savunurken neden delillerle değil, sloganlarla konuşuyorsunuz?
Daha vahimi, Özgür Özel’in “Atatürk’ün partisini kapatmak istiyorlar” sözleri.
Kusura bakmayın ama bu cümle, Cumhuriyet’in kurucu iradesini bir kişiye, bir gruba, bir çıkar çevresine indirgemek demektir.
Atatürk’ün partisi milletindir.
O partiyi kapatmakla tehdit eden yok;
ama Atatürk’ün mirasını kirletenleri hukuk önünde sorgulayan bir devlet var.
Ve Sayın Özel hâlâ “12 Eylül” benzetmesi yapıyor.
Oysa bugün ne tank var, ne cunta, ne de yasaklı siyaset.
Tam tersine, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en güçlü demokratik zemini üzerinde yürüyor.
Millet iradesi her zamankinden daha güçlü, siyaset alanı her zamankinden daha özgür.
Yargı bir dosyayı açtı diye “darbeciler geldi” diyen bir muhalefet lideri, aslında farkında olmadan kendi devletine darbe yapıyor.
Çünkü bu söylem, halkın adalet kurumlarına olan güvenini sarsıyor.
Ve belki de amaç tam olarak bu:
Yargıya baskı kurmak, kendi yolsuzluklarını “siyasi operasyon” diye yutturmak.
Sayın Özel bilmelidir ki,
artık hiçbir siyasetçi “dava var” bahanesiyle yargıdan kaçamayacak.
Millet bu oyunu çok gördü.
Bugün suçsuz olanın korkacak hiçbir şeyi yok.
Ama suç işleyen kim olursa olsun — adı ne olursa olsun — bu milletin adaletinden kaçamayacak.