1990 yılında iki kutuplu dünya düzenin sona ermesi ile birlikte NATO ve BM’nin yeni tehdit tanımlamaları ortaya çıkmıştır. Buna göre “terör ve yaygın sosyal kaygılar” insanlığı tehdit eden birincil öncelikli riskler olarak belirlenmiştir. Bu aynı zamanda Varşova paktı dağıldı, NATO’ya da gerek kalmadı eleştirisine de bir cevap niteliği taşımaktaydı. Sovyet tehdidi bitti ama başka tehditler ortaya çıktı diye ilan edildi 1990’lı yılların başında. İşte bundan sonra dünyanın dört bir yanında yaygın şiddet hareketleri ve terör eylemleri bir anda önü alınamaz şekilde çoğaldı. El kaide, Taliban, DAEŞ, Boko Haram, PKK, PYD vs. mevcut terör örgütlerine yenileri eklenerek tehdit odakları adeta paramiliter seviyede kurumsallaşmaya başladı. Terör küreselleşti, hatta dünyanın çoğu yerinde yerleşik hale gelerek kurumsallaştı.

Bunlara bağlı olarak harbin karakteri ve çatışmanın doğası da değişti. İki kutuplu dünya düzenindeyken sınırları belirli, hareket tarzları sınırlı olan mücadele konseptlerinin yerini sınırları belirsiz, nereden, ne zaman ve nasıl geleceği belli olmayan tehditler aldı. Bu tehditler bir ülkeye sadece dışarıdan yönelebilecek tehditler olarak düşünülmemelidir. Aynı belirsizlikler ülke içi riskler için de geçerlidir. Zira sınırsız iletişimin ve önlenemez para sirkülasyonunun olabildiği günümüz dünyasında, dışarıdan ülke içi dizaynların şekli ve yöntemleri de değişti. Dolayısıyla artık var olabilmek için ülkelerin sadece askeri unsurlarını değil bütün milli güç unsurlarını senkronize bir şekilde ve proaktif olarak kullanmak durumunda kaldıkları çok yönlü ve çok boyutlu belirsiz ortamlar ortaya çıkmıştır. İşte günümüzdeki bu yeni stratejiye “Kapsamlı Strateji” (comprehensive approach) denilmektedir.

Bu durumun bir tezahürü olarak günümüzde çatışma olması muhtemel tehdit alanlarını şekillendirmekle görevli pek çok unsurun, askeri kuvvetlerden önce buralara yerleştikleri, faaliyetleriyle sonraki süreçleri belirledikleri ve/veya katkı sağladıkları görülmektedir. Geçmişten farklı olarak günümüzde çatışma çevrelerinde; çeşitli maskeler altında istihbarat örgütlerini, danışmanlık ve lojistik dahil askeri şirketleri, toplumsal algıyı yöneten medya kuruluşlarını, çok çeşitli konularda faaliyet gösteren hükümet dışı kuruluşları, BM, NATO, AB, IMF vs. uluslararası kuruluşların temsilcilerini, her türlü legal/illegal ticari faaliyeti yürüten ticari şirketleri, hükümet temsilcilerini, üniversitelerin, araştırma kuruluşlarının temsilcileri durumundaki pek çok akademik personeli, bölgenin doğal yapısını ve kaynaklarını araştıran mühendisleri, sağlık ve dini içerikli vakıf çalışanlarını görmek mümkün. Bunlar aynı zamanda sahanın şekillendirilmesinden başka, karar vericilere öngörüsel derinlik sağlayıcı hayati bilgiler de vermek gibi çok önemli fonksiyonlar da icra etmektedirler.

Fakat bizden farklı olarak bu unsurlar gelişmiş ülkelerde kapsamlı stratejinin birer parçası olarak, birbirleri ile uyumlu ve koordineli bir şekilde, kendilerini yöneten ve yönlendiren devlet aygıtının önemli birer elemanı şeklinde çalışabilmekte, böylece o devletin milli güç unsurları maksimum performansta sinerji üretebilir hale gelebilmektedir. Bunların birbirleriyle olan bağımlılıkları sadece koordine toplantılarında temsilci bulundurmaktan ibaret değil, aynı zamanda ahlaki ve vicdani sorumluluğun yanında sistemsel ve yasal zorunlulukların da gereği olarak gerçekleşmektedir.

1990’lı yılların başında ortaya konan risk ve tehditlerden, terör ve 15 Temmuz hadisesi gibi olaylarla Türkiye’de maalesef zarar görmüştür. Görüleceği üzere hem iç hem de dış güvenlik parametreleri günümüz imkânlarıyla dizayn edilebilmektedir. Ayrıca tehdidin yöneltildiği kaynak bazen dost veya müttefiklik ilişkisi bulunan devlet ya da kuruluşlar da olabilmektedir. Bu nedenle yeniden benzer kritik süreçlerle karşılaşmamak için “kapsamlı stratejiye” uygun güvenlik politikaları üretilmesini sağlayacak planlamalara başlanmalıdır. Türkiye’de günümüzde milli ve yerli muktedir iktidarın iş başında olduğu bu dönemde, milli ve yerliliğin kurumsallaştırılabilmesi en önemli konu olsa gerek. Milli Güvenliğin sistem odaklı geliştirilmesi süreçlerine destek verilmelidir. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi bunun için yeterli altyapıyı sağlamaktadır. Günümüz ve gelecekteki muğlak, belirsiz kurumsal ya da kurumsal olmayan risklere karşı Türkiye’nin güvenlik anlayışını ve bürokrasisini esneklik, proaktiflik ve süratlilik özelliklerine dayalı olarak yeniden yapılandırması, geliştirmesi gerekmektedir. Zira sistemin bireyleri sınırlandırma kapasitesi de dikkate alındığında orta ve uzun vadede mevcut güvenlik sistemimizin ne kadar yeterli olabileceği de araştırılmalıdır. Başta akademik camia olmak üzere çok çeşitli kurum dışı aktörlerle yeterince beslenebilen karar verici mekanizmaların, bu unsurlarla çok yönlü ilişkiler tesis ederek sürecin önünün açmaları önem arz etmektedir.

Sonuç olarak 1990’lı yıllarda Sovyetlerin yıkılmasıyla başlayan yeni küresel nizamı inşa süreçlerinin temel dinamiğini Çin’in dünyadaki toplumsal ve siyasal sistemleri zorlayan etkileri oluşturmaktadır. Ve bu etkiler her geçen gün daha da artmaktadır. Buna göre yeni tehdit tanımlamaları yapılmış ve aslında çoğunlukla emperyal güçlerin araçları haline getirilmiş olan uluslararası kuruluşlar üzerinden tehdit bölgelerine transnasyonel müdahaleler başlamıştır. Aslında nihai hedefi Çin olan çevreleme tarzı bu tür operasyonlarla hali hazırda körfez ülkelerinin dizaynı büyük ölçüde tamamlanmıştır. Süreçteki müteakip adımlarda kadrajda; İran, Türkiye, Kafkasya ve Rusya’nın olduğu söylenebilir. Aynı şekilde Venezüella örneğinde olduğu gibi dünyanın diğer yerlerinde de dizayn hareketleri devam etmektedir. Bu hareketlerin nereye evrileceğini şimdiden kestirmek güç ama önümüzdeki belki de 50 yıllık periyotta küresel aktörlerin bu stratejiyi uygulamaları muhtemel görünmektedir. İşte Türkiye de pozisyonu buna göre yenilemeli, güvenlik anlayışını ve yapılanmasını dizayn etmede gecikmemelidir.