1990 yılında Sovyetler’in dağılmasını müteakip önce ABD liderliğinde tek kutuplu olarak oluşan sonra da çok kutuplu ve çok merkezli hale gelen küresel düzen, yakın gelecekte dünya güvenliğinin de nasıl olacağı konusunda önemli ipuçları veriyor. Bu kapsamda yeni küresel nizamın oluşum sürecini üç bölümde inceleyebiliriz. Birinci aşama 1990 yılından şu ana kadar geçen yaklaşık 30 yıllık dönemi ifade eder. Bu dönemi “Sovyetlerin dağılması ve Varşova Paktının ortadan kalkmasıyla birlikte ABD’nin tek başına dominant güç olarak, dağılan alanlarda ortaya çıkan yeni belirsizliklere ve lokal tehditlere transnasyonel müdahalelere başlaması[1], bu sayede dünyayı tek başına ve metazorla dizayn etme çabası ve belki de bu emperyalist etkilere karşı belirli oranda tepkisel olarak ortaya çıkan, içerisinde Türkiye’nin de yer aldığı yeni güç merkezlerinin meydana gelmesi” şeklinde özetlemek mümkündür. Yeni güç merkezlerinin bir özelliği de aslında her geçen gün daha da güçlenen ve bir bakıma yayıldıkça esnemek zorunda kalan ABD’nin emperyal enerjisini derinlikte absorbe edebilme becerisidir. Bu nedenle yeni merkezlerin müteakip sürecin en önemli aktörleri olmaları muhtemel görünmektedir.

Birinci dönem bitmek üzeredir ve yerini kısa süre içinde ikinci döneme bırakacaktır. İkinci dönemde, dünyada önemli siyasal ve sosyal kırılmaların yaşanması muhtemel görünmektedir. Bu dönemde çok yönlü güç mücadelesinin Ortadoğu’dan kuzeye kayması ve lokal tehditlerin içerisinde Avrupa’nın da yer alacağı küresel risklere dönüşebileceği tahmin edilmektedir. Bu dönemin ne kadar süreceğini şimdiden kestirmek güç ancak “Tarih” artık daha öngörülebilir hızlarda cereyan etmekte ve içerisine Uzayında dahil olduğu çok boyutlu mücadele alanlarını kapsamaktadır. Şayet bu dönemdeki kırılmalara karşı uluslararası yeni dengeleyici sistemler ve kurumsal yapılar üretilemezse, konvansiyonel güçler de dahil olmak üzere üçüncü dönemde insanlık ciddi mücadelelerin gerçekleşebileceği daha travmatik olaylarla karşı karşıya kalabilir. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz dönemdeki dinamiklerinin aslında üçüncü dönemi belirleyeceğini söylemek de mümkündür.

Bu durumda yeni küresel nizamın oluşmaya başladığı ikinci döneme biraz daha odaklanmak ve yeni güç merkezlerinden biri olan Türkiye’nin pozisyonunu daha iyi anlamak gerekir. 1991 yılı NATO Konsepti ile 1994 yılı Birleşmiş Milletler Raporu’ndaki tehdit tanımlamaları özet olarak ülkelerin sosyal problemlere bağlı olarak içeriden parçalanacaklarını söylemekte, buna bağlı olarak ortaya çıkacak yeni tehditlerin dünyayı daha fazla istikrarsızlaştıracağını öngörmektedir. Yani geçmişteki konvansiyonel sebepli risklerin yerini sosyal odaklı risklerin aldığı vurgulanmaktadır. İşte bu nedenle bir ülkenin bekasının ve milli güvenliğinin geçmişte olduğundan daha fazla içerideki gelişmelere bağlı olacağı düşünülmektedir. O zaman yurt içinde PKK tehdidini bitirmiş, FETÖ ile mücadelede çok önemli aşamalar kaydetmiş olan Türkiye için dışarıdan kuşatma sürerken içerideki problemlerin sosyo-politik ve kurumsal krizlere dönderilme gayretlerine karşı milletimizin dikkatli olması son derece önemli. Ve özellikle seçim dönemleri demokratik ülkelerde hassasiyet arz eden kritik zamanları ifade eder.

Yeni küresel düzenin ikinci oluşma sürecinde ancak küresel sistemleri etkileyebilme kapasitesi olan ve küresel düzende güçlü bir şekilde yer almayı başarabilen ülkelerin ayakta kalacağı unutulmamalıdır. Bu bakımdan Ortadoğu’da milli gücünü önemli ölçüde arttırmayı başarabilmiş, demokratik yönetim sistemini “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” modeline geçerek daha da güçlü hale getirebilmiş Türkiye’nin, bu seçimlerdeki küresel emperyal unsurları içerisinden ayıklama tercihi gelecekteki durumunu belirleyen en önemli unsur olacaktır. Bakınız son birkaç gündür yine dolarla oynanmaktadır. Birtakım siyasi partilerin içerisine sızdırılmış PKK-FETÖ elemanı sözde adaylar açığa çıkmaya başladı. Bu şartlarda ülkemizin iç siyaset üzerinden dizayn edilmeye çalışıldığını, ekonomisiyle oynanarak toplumsal krizler üretilmek istendiğini bir kez daha görme zamanıdır. O yüzden NATO ve BM raporlarında yer alan tehdit tanımlamalarındaki sosyal merkezli emperyalist dizayn gayretlerinin boşa çıkarılmasında, demokratik toplumsal tercih ve tepkiler en önemli panzehirdir. Bu süreçlerin ekonomik ve sosyal kalkınmanın daha da geliştirilmesiyle desteklenmesi, milli birlik ve beraberliğimizin daha da sağlamlaştırılması yönünde millet olarak durumsal farkındalığımızın arttırılması son derece önemlidir. Demokratik tercihlerimizin sadece yerel yöneticilerimizin seçilmesi değil aslında geleceğimizin anahtarı olduğunun hiç unutulmaması dileğiyle.

[1] 1990 yılından sonra bu tehditlerin aslında Sovyetler Birliğinin dağıldığı alanlarda ortaya çıkması beklenirken her nasılsa Ortadoğu’da aniden patlak vermesi, 19 Kasım 1991 tarihinde yayımlanan soğuk savaş sonrası ilk NATO stratejik konsepti ile 16 Mart 1994 yılında yayımlanan BM “HDR:New Dimensions of Human Security” (İnsan Güvenliğinin Yeni Boyutları) raporundaki tehdit tanımlamaları doğrultusunda ABD’ye NATO sınırları dışındaki yerlere de müdahale edebilmesinin yolunu açmıştır.