Tarihi bir ana şahitlik ettik ve Allah’a şükürler olsun ki Ayasofya yeniden ibadete açıldı. İbadete açılma süreci birçok tartışmaya neden oldu ve bütün bu tartışmalar hep “kılıç” kelimesi üzerinden yürütüldü. 21. Yüzyılda kılıç hakkı mı olur sorusundan başladılar, Diyanet İşleri Başkanı hutbede neden kılıç tuttu sorusuyla devam ettirdiler. Bu iki soru da birer “zırva”. Bu sorular, bu toprakların insanının soracağı sorular değil. Eğer soruyorlarsa bu toprakların muhteviyatını anlayamamışlar demektir.

Öncelikle, kılıç hakkı hukuki bir kavram. Müslümanlar bir yeri fethettiğinde, oranın büyük bir ibadethanesini camiye çevirirler, eğer büyük ibadethane sayısı birden fazlaysa camiye çevrilen ibadethane sayısına bir iki tane daha ekleyebilirler. Buna kılıç hakkı denir. Bu zaten sahip olduğumuz bir haktır, üstelik camiden kiliseye çevrilmemiştir, müzeye çevrilmiştir. E zaten Türkiye bir Müslüman vatanı, İstanbul da asırlardır Müslüman şehridir. Bir ibadethanenin müze statüsünden çıkarılıp yeniden ibadete açılmasından daha doğal ne olabilir? Buna yaygara koparanların bir kez olsun Selanik’teki Hamza Bey Camii’nin daha birkaç sene öncesine kadar erotik filmlerin gösterildiği bir sinemaya dönüştürülmesini mevzu bahis ettiklerini duydunuz mu? Duyamazsınız çünkü o “dert” sahalarına girmiyor. Sayın Ali Erbaş’ın hutbeyi kılıçla okumasına gelince… Bu gurur duyulacak, tekbir getirilecek bir harekettir. Dünyaya mesajdır. İstanbul’un sahibinin Müslümanlar olduğunun hatırlatılmasıdır. Usul, esası yaşatır. Semboller, ruhu güçlendirir. Diplomatik mesajlar, sahadaki kavga kadar önemlidir. Evet, biz Ayasofya’yı ibadete açtık çünkü o biz Müslümanların kılıç hakkıdır, demektir.

Biz, kılıç demekten niçin utanalım? İslam hoşumuza gitmeyen şeyleri silip atabileceğimiz veya çağa göre bazı meselelerini değiştirebileceğimiz bir ideoloji değil ki. İslam, Allah’ın dini; kanunları, Allah’ın kanunları ve ya tam uymak zorundayız ya da inancımızı yeniden gözden geçirmek. İslam aynı zamanda cihat dinidir. Ancak burada kavramların altını doğru doldurmamız icap ediyor. Cihat sadece savaş değildir, kalemle savaş da cihattır, öğretmenlik de cihattır, işini iyi yapmak cihattır, İslam’a hizmet etmek cihattır. Ancak cümlenin başında da vurguladığım gibi, savaş da gerektiğinde Allah’ın bir emridir. Biz, savaştık. Rasulullah yeri geldi, infaz emri verdi. Ancak biz bunu hiçbir zaman soykırım, sömürü amaçlı yapmadık. Buna tarihimiz şahittir. Biz kılıç zoruyla İslam’ı yaymadık, kılıcın gücüyle yaydık. Bizim kılıcımızın gölgesinde, insanlar huzur buldular.

İstanbul fethedildiğinde rahipler Fatih Hazretleri’ne gelerek, “Biz sizin mahkemelerinizde yargılanmak istiyoruz bundan sonra, siz adaletlisiniz” cümlesini korktukları için söylemediler çünkü Fatih Hazretleri seçimi onlara bırakmıştı. Ancak bizim kavramlarımızın içini de ne yazık ki Batı/Amerika doldurduğundan beri cihat kelimesini kullanmaya Müslümanlar bile çekinir oldu. Cihat deyince akla “inançsızları kesmek” geliyor. Ne zaman olmuş böyle bir uygulama? Ortadoğu’da sıradan bir adamın bebeğini katlettiler, o adam eline silah alınca “cihatçı/radikal terörist” dediler. Oysa kendilerini tarif ediyorlardı. Zalimler, mazlumların kendini savunma hakları olduğunu bile kabullenemediler çünkü.

Muhammed Gazali, Fıkhu’s Sire kitabında anlatır: Afrika’yı işgal eden İngiliz askerlerinden biri, arkadaşına der: “Bunlar vahşi! Birisini öldürürken beni ısırdı!”