Tam ortasından gireceğim söze:
Bugün “Okuma” dersinin olduğu sınıfıma girdiğimde sanırım şoke oldum. Çocuklar sessizce kitaplarını okuyorlardı. Başka derslerde uzunca bir susmaları ve kitaplarına konsantre olmaları için nutuk atıyordum. Ama bu sefer öyle olmadı. Ortaokul 7. sınıf öğrencilerinin önlerindeki kitapları görünce şaşıp kaldım. Bu kitapları okumalarını ben tavsiye etmemiştim. Sineklerin Tanrısı, Biz, Martin Eden, Suç ve Ceza, Bir İdam Mahkumunun Son Günü... Hugo gidiyor, Dostoyevski geliyor; Zweig söze başlıyor, London tamamlıyordu.
Yirmi yılı aşkın süredir öğretmenlik yapıyordum ve ilk defa sınıfım beni şaşırtmıştı. İşin güzel yanı, çocuklar kitapları bilerek seçmişlerdi. Sırf okuma saatinde elimizde kitap olsun diye açmamışlardı kitapları. Martin Eden’i lise 2. sınıfta okumuştum. Suç ve Ceza’yı fakülte yıllarımda. Sineklerin Tanrısı’nı öğretmen olduğum sene okumuştum. Çocuklara, bunlar yaşınıza uygun değil, gibi bilgiçlik taslamadım. Öyle ya Stefan Zweig, Dünün Dünyası adlı kitabında yeni çıkan kitapları almak için kitapçıya gidişlerini anlattığında daha on üç yaşındaydı. İbn-i Teymiyye kitap okurken uyumamak için uzun saçını tavandan sarkan bir iple bağlardı. Yine kitap okurken uykusu gelmesin diye ayağını leğendeki buzlu suya sokanlar vardı. Cemil Meriç ise zaten zirveydi; gözlerinin ışığını kitaplara akıtmıştı.
Şaşırdım. Sevindim. Kalakaldım... Belki de uzun zamandır ilk kez sınıftan çıkarken gülümseyerek çıktım. Ömrü kitapların arasında geçmiş, hatta arkadaşlarını bile roman kahramanlarından seçmiş birisi için muhteşem bir hediyeydi bu. Sineklerin Tanrısı’nı okuyan Ali’nin muhteşem bir gülümsemesi var. Martin Eden’i okuyan Merve’nin muhteşem bir ağırbaşlılığı, Bir İdam Mahkumunun Son Günü’nü okuyan Ayşe’nin sürekli pozitif bir hali… Evet, çabuk büyüyor çocuklar. Birdenbire büyüyorlar. En azından kitapla büyüyenlerin de olduğunu görüp sevinmemi çok görmeyin!
…
Okuma atölyemiz var. Yani öyle bir atölye değil; kesip biçmiyor, kırıp dökmüyoruz. Daha çok okuduğumuz kitapları değerlendiriyor, sohbet ediyoruz. Eyüpsultan Belediyesi’nin kültürel etkinlikleri kapsamında haftada bir toplanıyoruz. Ancak, kardı, pandemiydi derken bazı günler bir araya gelemedik. Hele Virgillius’un Ölümü romanını ne zaman değerlendirelim, desek hep bir engel çıktı. Ama inat ettik bu hafta sonu, Virgillius’u mutlaka konuşacağız dedik. Konuştuk da… Yine Eyüpsultan’da Heybe Kafe’de genişçe bir salonda toplaştık arkadaşlarla. İnsanların neden arkeolojiye, mezarlıklara, mitlere ve mitolojiye dönüşler yaptıklarını sorarak başladık sohbete…
Özellikle ulus devletler kurulma aşamasındayken dini bir geçmişten ziyade; milli mitler yahut mitolojik kahramanları ve eserleri öne sürmeye başlarlar. Bu 19. Asır sonrası Avrupa, Yakındoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde epey revaç bulmuştur. Mısır ve Türkiye örneği bu konuda en bariz örneklerdir. Eski Mısır’a dair mitler ve Yunan Mitolojisi bilmemek ayıp görülmüştür uzun bir süre. Yunan yarı-tanrılarının sergüzeştleri bir sahabenin hayatından daha iyi bilinmeliydi. Keops, Kefren, Mikerinos, Ramses… Dört halifeden daha çok zikredilmeliydi. Keşke bir filozofun mesela Sokrates, Eflatun yahut Seneca’nın fikirleri öğretilseydi mitolojiyi tapınma seviyesinde öğretme yerine. Homeros yahut Virgillius okutulsaydı da illa bir şeyler dikte edilmeseydi. Neyse… Mevzu; maneviyatın yerine metafizik ikame etmek bile değilken bunları söylememin bir manası yok. Hikâyesini kaybeden milletler yahut hikayesini hırpalayan milletlerin yeni hikayelere ihtiyacı vardır; ayakta kalmak, devamlılığı sağlamak için. Ulus devletler dönemi bitiyor. Dinin yerine mitolojiyi ikame edenler, tek devletli ve tek sesli bir dünyada maneviyatın yerine neyi ikame edecekler az çok belli oluyor. Karma, denilen bir hareket çoktan başladı. Bu renksizlik ve işine geleni alıp, işine gelmeyeni almama hali transhümanist insan için biçilmiş kaftan. Bir yere ait olmadığı için eleştirilmeyecek de. Zira, durduğu yerde durmayacak. Anlık. Hani sosyal medyada insanları alıştırdıkları o anlık paylaşımlar hayatın kendisi olacak. Bir anlık insana doğru gidiyoruz belki de…
…
Kitap okuyan, dişli kitaplar okuyan öğrencilerimi gördüğümde aslında o transhümanist insanın kolay galip geleceğini zannetmiyorum. Zira, bilgi iman denlidir. Bilgi, inancı ve insanı besleyen en kıymetli besindir.
Hafta sonu bilgiye, mitolojiye, hayata, imana, insana dair güzel bir sohbetteydim. Ama daha çok da gelen arkadaşların insan sıcağı, bilgiye ve dostluğa verdikleri değer, kitaba olan hürmetleri, eleştirdikleri bir eseri canı gönülden okumaları muhteşemdi.
Bu arada: Okuma yazma bilen her insanın kendisine yapabileceği en büyük iyiliklerden biri de Hermann Broch’un Virgillius’un Ölümü adlı eserini okumalarıdır.