Biz “köksüz bir Reisçiliğin gelişinden” şikayet ederken, evet, Recep Tayyip Erdoğan’la özdeşleşen ve halkta muhabbetle karşılık bulan değerlerin “Reisçi” gençlerce/teşkilatlarca doğru düzgün anlaşılamadığını söylüyorduk, ama elbette ki şikayetimizin bir yüzü de “Recep Tayyip Erdoğan devriminin” sokakla yoğun irtibatının gözden kaçırılmasına işaret ediyordu. Herkes “Lider Erdoğan’ı” çok seviyor, ama “Teşkilatçı Erdoğan’ı” pek hatırlayan yok.
İsmail Yurdakök, gazetemizin geçen 25 Temmuz tarihli fikriyat sayfasındaki yazısında işaret etmişti: Refah Partisi’nin 1989 yerel seçimlerinde başlayıp, 1995’teki genel seçimlerde zaferle sonuçlanan destansı yürüyüşünde, kilit unsur teşkilat çalışmalarıydı. Güzel şarkılar, şık sloganlar, rengarenk süslenen caddeler, evet hepsi çok başarılıydı, ama asıl “teşkilat çalışması” sokaktaydı. Türkiye’nin ve adına Ortadoğu denen bölgenin son yüz yılında görülen en önemli siyasi olaylardan biri, “Recep Tayyip Erdoğan devrimi”, Beyoğlu’nun arka sokaklarında başlamıştı.
Gezi tantanasına “devrim” dediklerinde de itirazımız buydu: Devrim olacaksa Beyoğlu’nun arka sokaklarından başlar, İstiklal’den değil. Sincan ya da Mamak’ta yaprak kımıldamazken Tunalı Hilmi’nin altını üstüne getirseniz, en fazla “ay gerçekten devrim” sloganı atabilirsiniz.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan olarak Mart 2014 seçimlerinden önce katıldığı mitinglerde herkesten söz alıyordu: “Seçimlere şu kadar gün kaldı… Şu kadar günde kapı kapı dolaşmaya var mıyız?” Her ne kadar her seferinde “Varız!” cevabı alsa da, muhtemelen kendisi de biliyordu, 90’ların o efsanevi günlerinde olmadığımızı, bir zamanlar her köşe başında bir tanesi bulunan “seçim bürolarının” yerlerinde bugün yeller estiğini, “teşkilat çalışmasının” artık iki tane bayrak asmaktan ibaret görüldüğünü, bugün üç beş metrekarelik bir dükkanda kunduracılık yapan adamdan ziyade sosyal medyada “algı operasyonuna maruz bırakılan” aklı bir karış havada tiplere ve lüzumsuzca yatırım yapıldığını, teşkilatların “Recep Tayyip Erdoğan gibi bir simge oldukça kapı kapı dolaşmaya filan ne gerek var” dediğini…
Biz “köksüz bir Reisçiliğin gelişinden” şikayet ederken, evet, Recep Tayyip Erdoğan’la özdeşleşen ve halkta muhabbetle karşılık bulan değerlerin “Reisçi” gençlerce/teşkilatlarca doğru düzgün anlaşılamadığını söylüyorduk, ama elbette ki şikayetimizin bir yüzü de “Recep Tayyip Erdoğan devriminin” sokakla yoğun irtibatının gözden kaçırılmasına işaret ediyordu. Herkes “Lider Erdoğan’ı” çok seviyor, ama “Teşkilatçı Erdoğan’ı” pek hatırlayan yok.
Önceki gün, telefon bağlantılarıyla halktan gündeme ilişkin görüşlerin alındığı bir radyo programını dinledim. Katılımcılardan biri, “PKK’nın Kürtleri temsil etmeyen, tepeden tırnağa ‘dış güçler’ tarafından kurulan ve şahlandırılan bir örgüt olduğunu” savunuyordu; gönüllüce yahut kerhen PKK’ya yakın duran Kürtleri bilmiyor yahut önemsemiyordu. “PKK’nın, Türkiye’nin bir gerçeği olduğunu” söyleyen bir başka katılımcı ise, kepenkleri kapanan şehri Van’daki ekonomik krizden ve Hükümet’in bu krizle ilgilenmediğinden bahsediyordu; esnafın kepenkleri kerhen mi yoksa gönüllüce mi kapattığını bilmiyor yahut önemsemiyordu.
Halli için yıllarımızı verdiğimiz ve bugün şok üstüne şok yaşatarak gündemimizde duran böylesi temel, hayati bir meselede bile aldığımız yol bu kadar. Köşe başındaki kunduracıyı ihmal edip, sosyal medyada “algı operasyonlarıyla mücadele ederek”, yıllardır her akşam her kanalda bir (1) grup gazeteciyi tartıştırarak, zaten herkesin her an televizyonlarda duyduğu ve anladığı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ya da Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun sözlerinin tekrarından ibaret “teşkilat toplantılarıyla” aldığımız yol…
Sadece iki örnekten yola çıkarak ahkam kesmiyorum. Çünkü ben de Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu gibi “Bir oy, bir oydur” geleneğinden geliyorum ve verdiğim ilk örnekteki adamın köşe başındaki kunduracı, ikinci örnektekinin teşkilat toplantısına gitmeden önce de “PKK baraj inşatlarına bile savaş açtı”yı bilen biri olduğunu düşünüyorum.
Dileyen kendi ihmalkarlığına, tembelliğine, hazırcılığına “İletişim çağında birebir dert anlatmak, dert dinlemek mi kaldı?” diyerek kılıf bulmaya çalışabilir. Ama unutmasınlar, son sözü, radyoda konuşan o iki adam söyleyecek.