Garip bir hal var memlekette; mukaddes saydığımız her şeye bir şekilde “saldıran” adamlarla doldu etrafımız. Ve hem bunlar dış kapıdan çıkıp gelen adamlar da değil. İç kapıdan geçenler. Ve garip bir şekilde her yerde her mecrada gözümüze soka soka ve inadına bağırıyorlar bu herzeleri.

Daha evvel bununla ilgili dertleşmiştim. Aynı şeyi tekrar yazmak istemiyorum aslında ama aynı tekrar oluyor. Ve ben kendi kendime şöyle diyorum; onlar inadına ihaneti bağırıyor sen hak bildiğinde susuyorsun; susma.

Şöyle demiştim:

“Bazen diyorum ki ‘bazı insanlar hiç konuşmasa’ hem de hiç. Zira onlar konuştukça dillerinin altından kokuşmuş, bozulmuş hatta çürümüş bir şeylerin kokusu geliyor. Söylediklerine hayret ediyorsun önce, sonra hayreti aşıyor lanet ediyorsun. ‘Bu kadar mı? Bunca mı sattınız ruhunuzu?’ diye sormadan edemiyorsun sonra.

Daha önce ‘siyaset bir şeydir ama her şey değildir’ dediğimi hatırlıyorum. Ve şimdi ekliyorum; siyaset bir şeydir ama inancın, mukaddesatın, davanın gayenin yanında hiçbir şeydir. ‘Bu camie ne gerek vardı?’ demeye gerek midir mesela? Koynundan çıktığın ya da en azından öyle zannedildiğin bir şuuru terk etmeye, ihanet etmeye, Allah’ın evine dil uzatmaya gerek midir? Acıyorum sadece. Ve birer nişan gibi memleketin her bir yanına serpilmiş, mühür gibi bu topraklara vurulmuş o kubbelere, o minarelere hayranlıkla ve huşu ile bakıyorum.

Bu mesele aklıma birkaç sene evvel yaşadığım bir olayı getirdi. Tramvayda kapının hemen yanında ayakta bekliyordum. Neden sonra yanımda duran adamı fark ettim. Kucağında küçük bir erkek çocuğuyla kapının tamamını kaplayan camdan dışarı bakıyorlardı. Çocuk belki yedi, belki de sekiz yaşlarındaydı. Belli ki dışarıyı daha iyi görsün diye kucağına almıştı adam onu. Zira işaret parmağıyla dışarıyı gösteriyor ve çocuğa bir şeyler anlatıyordu. Belli ki bir başka şehirden İstanbul’a gelmişlerdi. Söylediklerinin hepsini işitemiyordum ama işittiklerim yetmişti bana. Adam parmağını dışarı doğru uzatmış karşımızdaki Beyazıt Camii’ni göstererek;

‘Bak oğlum görüyor musun şu camii? Bu camiin adı Beyazıt Camii’dir.’

Çocuk hiç gözlerini ayırmadan öyle hayretle bakıyordu ki camie doğru gayriihtiyarî ben de bakmak zorunda hissettim kendimi.

-‘Ne çok cami var burada baba’ dedi çocuk gözünü hâlâ Beyazıt Camii’nden ayırmadan.

-‘Öyle oğlum. Cami Allah’ın evidir demiştim ya sana. Hem Allah her yerdedir. Onun için böyle her yere cami yapmışlar.’

Çocuğun küçük gözleri daha da fazla açıldı. Tramvay hareket ettikçe her yanından görüyordu Beyazıt Camii’ni. Şaşkınlıkla çevirdi yüzünü babasına.

-‘Bu cami ne kadar büyük baba’ dedi bütün kelimeleri heyecanla söyleyerek.

-‘Çünkü Allah büyük’ oğlum dedi adam, yüzüme bir tokat çarpılmış gibi sarsıldım olduğum yerde. Kimdi bunlar, nereden çıkmışlardı karşıma? Ne büyük cümlelerdi bu duyduklarım ne güzel cümlelerdi. O an ikisine de sarılıp öpmek geçti içimden ve tekrar ettim de durdum içimden; Allah büyüktür ya onun için bu kadar büyüktür camiler…”