Müslümanlar, Batı’nın kurumlarını İslamileştirme çabasının bir örneği olarak 1975 yılında Cidde’de kurulan İslam Kalkınma Bankası'nın fonlayamadığı veya kredi veremediği girişimlerden kalan finans boşluğunu kapatmak üzere Suudi, Kuveytli, Birleşik Arap Emirliğinin katkıları ile 1981'de "Dar’ul-Mal el-İslâm Holding” İsviçre'nin Cenevre kentinde kuruldu. Kısa bir süre sonra her iki girişimin sağladığı bilgi birikimi ile "Dallah Baraka Grubu" ve diğer bazı grupların yatırımlarıyla faizle aralarına mesafe koymaya çalışan Müslümanların finans taleplerini karşılamak üzere "İslami Bankacılık" dedikleri yeni kapitalist girişim yaygınlaşmaya başladı. 1984 yılından itibaren bu sistem Türkiye'de de yürürlüğe girdi. Başına "İslami" ifadesinin getirilmesinden başka genel bankacılık sisteminden farklı hiçbir uygulamanın olmadığı, hatta bazı operasyonlarını kimi anlaşmalı bankalar üzerinden yaptıkları için daha pahalı olan uygulamalarla "faizi haram kabul eden insanların" birikimleri kapitalist sistemin kontrolüne alındı.

Yine İslamileştirmeye ilginç uygulamalardan biri de 1979 yılında Suudi Arabistan'da gördüğüm ve yadırgadığım alkolsüz biranın 1980 sonrası Türkiye'de de üretilmesi oldu. Hatta Hayrettin Karaman Hocam ile “alkolsüz da olsa böyle bir içeceğe fetva vermenin Müslümanları dolaylı olarak olumsuz etkileyeceği ve yaygınlaşmasına sebep olacağı için sakıncalı olacağı” ekseninde bir sohbet yaptığımızı hatırlıyorum. Seksenler medya, televizyon ve farklı eğlence vasıtalarının "İslamileştirilmesi" ve çoğalmalarıyla Müslümanların anlam alanlarında modernitenin bu enstrümanlarının normalleştikleri bir dönem oldu. Sesli tiyatro kayıtlarında (şeritli teyp kasetlerine kayıt yapılırdı) müzik kullanımı ile ilgili tartışmaların yapıldığı zamanlar da ilginçti. Yeni Devir gazetesinde böyle garip bir tartışmaya kenarından ben de dahil olmuştum.

1980 darbesinden sonra cezaevlerinden çıkan kimi ülkücü arkadaşlar yaşadıkları fikri kriz neticesinde okumanın ve içinde yaşadıkları toplumun dininin farkına vararak İslamcı çevrelerle yakınlaştılar. Büyük bir açlıkla okudular. Yaptıkları sorgulama ve araştırmalar sonunda İslami hareket içerisinde yeni entelektüel bir zemin oluştu. Bunda darbe öncesinde milliyetçi-Türkçü hareketin yanında yer alan Necip Fazıl’ın bir etkisi var mıydı? İncelemeye değer. Ancak Ülkücü hareketten kopan arkadaşların önemli bir kısmı, başlarda üstadın yakın durduğu mistik-ezoterik dini yorumlara yakın durmadı; ancak süreç içerisinde İbn Arabî ve Rumî düşüncesine yakın bir mecraya savruldukları gözlemlendi.

1979 İran Devrimi ile devrimin entelektüel önderlerinin ve Kutup kardeşlerin eserlerinin tercüme edilmesi ile başlayan toptan retçi veya Batı literatüründeki ifadesiyle radikal İslamcıların yaptıkları yeni yayınlar; sert karşıtlıkların oluşmasına sebep oldu. Bugünkü idrakle o günlere baktığımızda çok da faydalı işler yapmadığımızı söyleme noktasındayım.

Ne yapılabilirdi?

Doğrusu bu daha zor bir soru. Şartlar, tarihi vasat, eğitim imkânları, okunmaya ve mukayese yapmaya imkân verebilecek eserlerin çokluğu dikkate alındığında kumdan inşa edilen bir tepeciği bir dağ kümesiyle kıyaslama girişimine benziyor. Bizim nesil Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’tan başlayarak çağdaş İslami hareketin tüm entelektüelleri ile çağı yaşamalarına rağmen; bu coğrafyaya, Osmanlı devlet geleneğine ve geleneği inşa eden kültürel dindarlığın kodlarına yabancı yazar ve düşünürlerin tercüme eserlerinin etkisinde filiz verdi. Hala Çağdaş İslami düşüncenin ortak bir zemine oturduğundan emin değilim; çünkü sürekli tekfir ve reddiye kültü üzerinden farklı din-darlık türleri üretiliyor.

Müslümanların iktidar arayışlarının 1990’lı yıllardan itibaren yerel yönetimlerden başlayarak gerçekleşmesi; Müslümanların ve din-dar çevrelerin devlet, memuriyet, ihale işleri üzerine düşünmelerini zorunlu hale getirdi. Hazırlıklı olmadıkları bir alan ortaya çıkmıştı ve çözüm bulmaları gerekiyordu. El yordamıyla ulaştıkları sonuçlar üzerinden devletle, devletin istihdam ettiği insan kaynağı ile ve en önemlisi kamu kaynakları ile ilişki kuruldu. Bu modern zaman ilişkisi kadınlarla tokalaşmayı, aynı ortamda bulunmayı “haram kabul eden” arkadaşların zihin dünyalarında kırılmaların oluşmasına sebep oldu. Hatta bu ilk kadrodan bir kısmı kadın sesini haram kabul ettiğinden onlarla nasıl çalışacağı konusunda bunalıma varan bir telaş sergiledi.

Dönemin garip uygulamalarından biri de bazı belediye başkanlarının odalarına ayakkabı çıkarılarak girilmesiydi. Kimi din-dar cemaat ve gruplar süratle kamu arazilerini işgal edip külliyeler inşa etmeye ve kamu arazisi üzerinde hak sahipliği kurmayı meşru sayacak girişimlerde bulunmaya başladı. Kamu arazilerini işgal ederek gece kondu yapan ve şehrin periferisine sığınan hacı amcalar, süratle tek katlı gecekondusunu apartmana dönüştürmek için bir süre önce sokakta birlikte yürüdükleri başkanlara baskı yapmaya başladılar. Bunun mümkün olmadığını, aslında başkanın böyle bir yetkisinin olmadığını öğrendiklerinde de ihanet çığlıkları yükseldi. Buna rağmen apartman sahibi kimi dini-dar amcalar binalarına bir iki kat ekleyip bodrum katını mescide dönüştürüp sekizinci katın bir köşesine minare görüntüsünde birer kolon dikip hoparlör monte etmekten kaçınmadı.