Kavramlarını yitiren veya kavramları değiştirilen bir toplum, düşünme ve anlama melekelerini de kaybeder. İnsan hayatı ve insanların içine doğduğu toplum tevarüs ettiği değer yargıları, kültür birikimi, ahlaki tutarlılığı ifade eden kavramlarla anlam kazanır. Emanet kavramlar, tercüme kültür ve o kültürün kavramları kişiyi inancına, medeniyetine, kültürüne, geleneğine, ahlak anlayışına... yabancılaştırır. Ahlakı etik, medeniyeti uygarlık, ibadeti ritüel ve ayin, takvayı nirvana olarak bir hayata taşıdığınızda, cet-ata-aile geleneğinin hayata baktığı gibi bakamaz oluruz.  

Doktrinlerimiz, efsanelerimiz, deneyimlerimiz, ahlak felsefemiz, topluluklarımız, ibadet ve ahlak anlayışımız dinle ilişkisinden uzak düşmeye başlar. Sanat, edebiyat, şiir ve hikâyemiz, hayat tarzımız mecrasından kopar ve insan hayatını anlamlı kılan kavramlarımız da unutulmaya başlar. Geçmişiyle irtibatını koparan bir anlayış üzerine bir gelecek inşası mümkün değil maalesef.

Din, gelenek, görenek ve değerler insanlar için ortak duygudaşlığı mümkün hale getirir. Çay-kahve muhabbetinin bile sanal söyleşmeye taşınarak fincan sembolleriyle ekranlara taşındığı hissiz bir vaktin utancını yaşayanımız var mı? Tebessümün, üzüntünün, saygının, duanın, teşekkürün… acayip sembollerle ifade edildiği ve insanın sözde “evrensel bir anlayışa evrildiği” vehmi hangi bilgeliğe ulaştırır? Kavramlarla birlikte işaretlerle gerçekleştirdiğimiz anlam alanını da kaybettik. Hatırlayanınız vardır; uzaktan selam verildiğinde ellerin kalp hizasında göğse dokunarak başa konduğu vakitleri. Selam vererek odaya giren yaşı ilerlemiş insanlara hürmeten ayağa kalkmaları… Bunlar ve benzeri hareketler yazılmamış görgü kurallarıydı ve tabii olarak gereği yapılırdı.

Dinler insanın ahlaki dünyasının gelişmesi ve olgunlaşmasında etkileyici bir rol oynarlar. Bunu insanda güçlü duygular uyandıran inanmış ve adanmış insan örneklerinden hareketle yaparlar. İnsanları toplu ibadet vakitlerinde, dua ve sohbet halkalarında, ayinlerde bir araya getiren inançlar, doğal bir iletişim dünyası kurarlar. Düzenli ibadet etmeyen/edemeyen insanların Cuma ve bayram namazlarında da olsa halkaya dahil olmaları, hiç tanımadıkları insanlarla omuz omuza ibadet etmeleri ve ibadetten sonra tokalaşarak birbirlerine iyilik ve sağlık temennisinde bulunmalarının anlamı üzerine düşünmeye değmez mi? Toplu ibadetler bile tek başına, insan hayatını anlamlı kılan ve insanın kendisini ifade etme, yeniden kimliklendirme, kimliğinin farkına varma ve kimliği ile ilişkisini sağlamlaştırmaya önemli ölçüde hizmet eder. Toplu ibadet yapılan mekânlar (cami, katedral-sinagog-stupa) ve onların tamamlayıcı elemanları (türbe-medrese-şifahane-dergâh) da insanların manevi dünyasının uyarıcıları olarak değerlidir ve ibadetlerle ilişkisini kesme noktasında olanların bile, vakit buldukça çocuklarıyla bu mekânları ziyaret etmesi gerektiği fikrini önemli bulurum. Bu ziyaret rutinlerine tarihi saray ve müzelerin eklenmesini hatırda tutmakta fayda var.

Din yerine ikame etmemek kaydıyla adetler, kutsal kabul edilen günler, önemli şahıslara dair anma programları da duygudaşlık ve hissi bütünleşme imkânları sağlar. Muharrem ve Kerbela törenleri dolayısıyla aşure pişirilerek dağıtılması, komşuluk hukukunu hatırlama ahlakı ve toplumsal dayanışma duygusunun oluşmasına imkân sağlayan törensel ve ahlaki değerlerdir ve bir bakıma inançlar dizgesine dayanır.

İnsanlık, birey olma adına bencillikten ve bilmediği bilinmesine rağmen bilme vehmini hakikat olarak benimseyerek yaşayan makam sahipleri ile dolu. Aslında insanlar, insanlık ve çoğulcu-katılımcı bir toplum için en yüksek değerin gerçekte ne olduğunun farkında değil. Onları görmekten alıkoyan şey, aşırı görünürlüğün sağladığı avantajın aslında yanılsama, bilgisizlik ve bencillik olduğunun farkına varmamalarıdır. Kendini yüceltme ve farklılaştırarak birilerini öteki görme çabası, bir bakıma ahlak bozukluğunu ve kifayetsizliğini örtme çabasından başka bir şey değildir.

Hümanizma ve Pozitivizm gibi, laik-seküler Batı düşünce hayatında aşkın-metafizik bir boyut yoktur. Hümanistler arasında kabul gören en yüce değer, bireye saygıdır ve insanın aşırı şekilde yüceltilmesidir. Toplum menfaat ve refahı için; kollektif çalışma, profesyonellik, kazancın hak ölçüsünde paylaşılması, emeğe saygı, iş güvenliği önemli gibi görünse de tamamı yasa ve pragmatik kurallarla belirlenmiş anlayışlardır.

Akıl sahibi insan, sorumlu bir varlık olarak tarif edilir ve akıl sahibi insan ahlaklı bir varlık olarak yaşadığı toplumda, örnek insan olarak yaşamakla mükelleftir. Geleneği inşa eden aklın değerler hiyerarşisini, bugünün akli birikiminin süzgecinde yeniden ve ahlaki bir zeminde var etmeye ihtiyacımız vardır. İnanmak, inandığını yaşamak ve yaşadığını ahlak ölçülerinde hayatına dahil edecek örnek insanları çoğaltmak ve insanlığın huzur iklimini inşa etme ile karşı karşıyayız. Bunun için “Böylece sen, batıl olan her şeyden uzaklaşarak yüzünü kararlı bir şekilde (hak olan) dine çevir ve Allah’ın insan bünyesine nakşettiği fıtrata uygun davran: (ki,) Allah’ın yarattığında bir bozulma ve çürümeye meydan verilmesin: Bu, sahih (bir) din(in gayesi)dir; ama çoğu insanlar onu bilmezler” (Kuran:30/30).