Kitapla ilk ne zaman tanıştım? İlk aldığım kitaba dair zihin dünyamda neler var? Sanırım kitaba dair hiçbir fikrimin olmadığı zamanlarda rahmetli babamın soba başında okuduğu Hazret-i Ali Cenkleri ile kitap, hayatımıza sessiz sedasız girdi. (Uzun yıllar kaybolan risale şeklindeki Cenkler, Büyüyenay Yayınları tarafından Hazreti Ali Cenkleri ismiyle tek kitap olarak yayımlandı).  Cenkler safiyet, samimiyet, fedakârlık ve kahramanlığı ile Hz. Ali'yi bizimle aynı sofrada buluşturup yeniden inşa olmanın kapılarını bir bir açıyordu. Sezai Karakoç'un ifadesiyle: "Babamın uzun kış geceleri hazırladığı cenklerde/Binmiş gelirdi Ali bir kırata/Ali ve at, gelip kurtarırdı bizi darağacından/Asya'da, Afrika'da, geçmişte gelecekte/biz o atın tozuna kapanır ağlardık/Güneş kaçardı, ay düşerdi, yıldızlar büyürdü/Çocuklarla oynarken paylaşamazdık Ali rolünü/Ali güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar kahraman/Ali olmak bir hedef her çocukta” (Gün Doğmadan, Diriliş Yayınları, İstanbul 2000).

Dokuz-on yaşlarında yatılı bölge okuluna kaydedildim. Okulun ilk öğrencileriydik ve okulun önemli bir kısmı inşaat halindeydi. Okuma yazmayı sökmüştüm. Kitaplara ilgimi fark eden öğretmenim dikdörtgen şeklinde, bana sonsuz büyüklükte görünen kocaman bir odaya götürdü. Salonun uzun duvarlarından birine boydan boya gri çelik dolaplar dizilmişti. Yerlerde de siyah mürekkeple MEB baskılı koliler. Öğretmen birkaç koli açıp kitapları gösterdi ve bunların tamamı bu dolapların raflarına dizilecek dedi. Ders ve etütlerden sonra yüklendiğim kitapların dizilmesi işi aylar sürdü. Dizerken, okumaya ve anlamaya çalışırken yaptığım işin şuurunda değildim. Kütüphanenin sorumluluğu ve anahtarı hep bende kaldı. Çoğunu anlamadan okuduğum o büyük hazinenin Millî Eğitim Bakanlığının meşhur klasikleri olduğunu anladığımda dördüncü sınıftaydım.

Bizim nesil ideolojik kırılmaların yaşandığı zamanların gençleriydi. O neslin en belirgin vasfı ülkeye, insana, inanca, kültür ve medeniyete dair bir dertlerinin olmasıydı. Bu derdi besleyecek olan da “çok okumaktı”. Çok bilmenin bir yöntemi olarak çok kitap okumak öğretildi bize. Bunu belli bir ideolojik kampın veya bir inancın ya da etnik bir aidiyetin mensupları için söylemiyorum. 1968’den başlayarak 1980 yılına kadar yaşanan çalkantıların farkında olan her bir genç; bir arayışın, okuyuşun, tetkik, müzakere ve münazaranın içindeydi. Kitaplar da bu arayışlara cevap vermek üzere yazılıyordu sanki. Bahsi geçen zamanların nesli büyük bir iştahla talebe olmanın sınırlarını zorluyordu.

Kişisel kitaplığımın ilk önemli misafiri Kemal Tahir’in Devlet Ana romanıydı. Ortaokuldaydım. Reşat Nuri, Yakup Kadri, Fakir Baykurt, Yaşar Kemal de okuduğum ilk yazarlardı. Ortaokul ikinci sınıfta Fakir Baykurt’un Kaplumbağalar’ının okunması ve toplumun yaşadığı gerçekliğe uygun bir anlayışla analiz edilmesi ödev olarak verildiğinde yaptığım ödev, ideolojik tercihlerimi ve okuma yönelimimi gözden geçirmeme zemin hazırladı. Peyami Safa, Necip Fazıl, Tarık Buğra kütüphanemde yer bulmaya başladı. Bir de o yıllarda tarihî romanlar vardı. Bir iki gecede okunan kitaplar.

Sonra Gazali, Mehmet Akif ve Hint-Pakistan ile Mısır orijinli yazarlar hayatımıza girdi ve tartışılmaya başlandı. Alışık olduğumuz anlayışların dışında bir bakış açısı sunuyorlardı. Felsefe, hitabet ve kelamla tanışmak yepyeni bir okumanın kapılarını araladı.

Sezai Karakoç eserleriyle 1974-75’li yıllarda hayatıma girdi.  Nuri Pakdil’in Edebiyat’ının ardından sıkı bir Mavera dergisi takipçisi ve dergi yazarlarının okuyucusu oldum (Sonraki yıllarda Alaaddin Özdenören hariç hepsi ile tanışma ve görüşme şartları oluştu). Sınırlı paramızı/harçlığımızı son noktasına kadar okunacak kitap ve dergilere harcıyorduk. Alamadığımız kitapları yaşadığımız şehrin kitapçısında karıştırıyor veya bir arkadaşımızdan emanet alıyorduk. En büyük çıkmazımız büyük bir açlıkla her şeyi okuma çabamızdı. Öncülük edecek kişi sayısı yok denecek kadar azdı. İbn Teymiyye’nin bir kitabı ile bir sofinin-dervişin eseri aynı anda okunabiliyordu. Çatışma ve çelişki umurumuzda değildi.  Bizim nesil bu yönüyle de biraz kafası karışık bir nesildi.

12 Eylül darbesinden sonra yoklukla kurduğum kütüphane ve biriktirdiğim dergiler, “evde arama olursa evladımın başı derde girer” endişesiyle rahmetli babam tarafından yakıldı veya bahçenin bir yerine gömüldü. Sebil dergisi ve kitapları, Hicret dergisi, ilk ödül haberimin yer aldığı Çatı dergisi yanan dergiler arasındaydı (ve daha hatırlamadığım pek çok tercüme kitap).

12 Eylül 1980 darbesinden sonra farklı ideoloji, fraksiyon ve etnik kökende insanla Sağmalcılar Cezaevi’nde (Bayrampaşa) birbirimizle konuşabileceğimizi öğrendiğimizde üniversite öğrencisiydim. Birkaç aylık misafirlikten sonra gecikmeli olarak fakülteye döndüm ve her şeye rağmen hızla küçük bir kütüphane kurmaya başladım. O yıllarda tanıştığımız yayıncıların çoğu, yok denecek kadar düşük ücretlerle veya hiç para almadan kitap verirdi. Çoğu ile hukukumuz devam ediyor.

Ancak son yıllarda kitaplar popüler birer emtia ve kültür endüstrisinin bir aracı haline getirildi.  Yukarıdaki hikâyede olduğu gibi insan-kitap ilişkisini hakiki anlamda canlı tutan hikâyeler artık yazılamayacak gibi. Türkiye’de toplumun sosyolojisi ve yaşama döngüsü ile değerler hiyerarşisi dönüştü/dönüştürüldü. Kültür, eğitim, kitap ve dergi ihtiyaçlar listesinde ya listenin son sıralarında ya da sıralamada yok. Kitap, kütüphane ve okumaya dair veriler, yazarın-yayınevinin medya ilişkileri ile üretilen çok satanlar listelerinden satın alınarak şezlonglarda okunan kitapların hikâyeleri ile yazılıyor.