Dünya ekonomisinde yaşanan sarsıntılar bu sefer bizi teğet geçmedi maalesef.

Enflasyonist yaşam tarzını iliklerimize kadar yaşadık.

Geride kalan üç yılda, hemen her üründe en az üç kat artış yaşandı. Kısmi yavaşlama olsa da kontrolsüz artış hâlâ devam ediyor.

Buna bağlı olarak ailelerde mali sıkıntı baş gösterdi.

Tüketiciler daha ucuz ama daha kalitesiz ürünlere yönelmeye başladı.

Bu, toplum sağlığı açısından büyük risk oluşturuyor.

Ticaret Bakanı Ömer Bolat tehlikeyi erken fark etti. Organize perakende sektörü başta olmak üzere birçok sektör temsilcisine indirim, kanaat, adil rekabet çağrısı yaptı ve fırsatçılık yapılmaması uyarısında bulundu.

Bu acil çağrıya, farklı sektörlerden farklı tepkiler geldi.

Biz organize gıda perakendesine mercek tutalım.

Küresel, ulusal, bölgesel ve yerel perakendecilerin bu çağrıya yaklaşımlarını yorumlamaya çalışalım.

“Birlikten berekete” sloganıyla başlatılan indirim çağrıları, yapay indirim kampanyalarından öteye geçemedi.

Herkes bildiğini okumaya devam ediyor!

Birlikten berekete sadece sloganlarda mı kaldı?

Bu nasıl birlik, nasıl dayanışma!

Bu nasıl bereket anlayışı?

Her gün yeni zamlar birbirini takip ediyor!

Perakende sektörü güç zehirlenmesi yaşıyor!

Çünkü, ekonominin gidişatına göre “güç” olgusu devamlı el değiştiriyor.

Endüstriyel üretimle yeni tanıştığımız yıllarda üreticiler ‘kral’ gibiydi; gel zaman git zaman, tüketici ‘hüküm’ sürmeye başlamıştı. Şu anda ise güç “organize perakende”nin elinde.

Küresel oyuncuların “yabancı yatırımcı” olarak Türkiye’ye girmesiyle başlayan süreç, ulusal marketlerin palazlanmasıyla “tekelleşme sürecine” evrildi.

Öyle bir safhaya geldik ki, “laf” eden markalar “raf”tan alaşağı ediliyor.

Tüketicinin tek umudu yerel marketler. Onlar da “güçleri” nispetinde rekabete eşlik edebiliyorlar.

Sel gider kum kalır…

Biz bize lazımız…

Kabulümdür…

Kurumsallaşma yolunda öğrettiklerini inkâr etmeyelim. Ancak, küresel zincirler gelip geçicidir. Kasaya giren para, o günün akşamı yurt dışına taşınır. Yatırım yapmazlar, birkaç sosyal sorumluluk projesiyle makyaj yapmakta mahirdirler.

Hepsine eyvallah.

Yereller bize lazım, kalıcı olanlar onlardır.

Ancak hangi koşullarda bu geçerli olacak? Bize “bizim” ettiklerimizden ne zaman vazgeçeceğiz?

Bir tarafta küresel zincirlere karşı duruş sergileniyor, haksız rekabet şartlarından dem vuruluyor, “Perakende Yasası”nın çıkması isteniyor.

Diğer tarafta ise yerel üretici raf bedeli, sütlük bedeli, dönem bedeli, katılım bedeli, insert bedeli gibi kesintilerle iflasa sürükleniyor.

Yerel marketler yerli üreticiyi desteklemeli, iş birliği içinde bu darboğazdan kurtulma yoluna gitmeliler.

Bu yolu tercih eden marketler; tüketici nezdinde karşılık bulur, pazarda konumunu güçlendirir, varlığını devam ettirir.

Şunu da eklemeliyim.

Sektörün inisiyatif alan, markayı benimseyen, eğitimli, müşteriye saygılı personele ihtiyacı var. Tüketici ne sorarsa sorsun; kısa, muğlak, tatminsiz cevaplar veriyorlar.

Kasada insanlar sırada beklerken mağaza içinde umarsızca raf düzenliyorlar. Kendi özel yaşantılarını, ağır ve sulu şakalarını, markanın sırlarını, markaya yönelik olumsuzlukları müşteri yanında paylaşmamaları gerekiyor.

Reklam ve kurumsal iletişim kültürü bir başka önemli konu. Her ne kadar “değişik” sebeplerden dolayı cironun saklı kalmasını isteseler de yıllık cirodan reklam ve iletişim giderlerini ayırmalılar.

Yerel perakendeciler yetişmiş eleman istihdamında katettiği mesafeyi sorgulamalı.

Bilgiye değer vermeli. Zaman ihtisaslaşma zamanı. “İlgililerin bilgisiz, bilgililerin ise ilgisiz olduğu” bir sektörden kimseye fayda gelmez.