Hep bir eskiye meftunluğum var benim.

Eski olanı, eskiden olanı yeniye tercih ederim her zaman. Zira “Bir şey eskimişse yaşamıştır” demek gibi gelir bana. Bu her ne olursa olsun, insan ya da değil hepsinin üzerinde geçen yılların izi olduğuna inanmak sanki bir şiir okumak kadar keyif veriyor bana. Görünmeyen izler daha çok çekiyor kendine beni. Onları görmesem de hissediyor olmanın garip bir mutluluğu var.

Eskiden, çok eskiden dinlediğim bir türküyü yeniden duyduğum anda ya da eski bir fotoğrafta kendime baktığım anda hissettiğim şeyin gerçekten ne olduğunu düşünüyorum bazen. Aslında o türküyü ya da o fotoğraf değil o an bakıp ya da dinleyip hatırladığım şey. Ben o gün hissettiğimi hatırlıyorum. “Yeni” insana bir şey hissettirmiyor diyesim var ama diyemiyorum zira bana yeni olan birine eski olacak ve o da benim gibi yıllar sonra hissettiği şeyi hatırlayacak. Evet, evet aslında şunu demeye çalışıyorum ben “ruhu olan ve insanın içine dokunan bir şey eskimiyor”

Hep taze ve hep yeni duran bir şeyler var yani. Bize hissettirdiği kadar yaşıyor her şey, bizimle yaşıyor. Duygu, his ve ruh eskimiyor. Yoksa “eskiyen bir şey yok” mu demeye çalışıyorum.

Kafam karıştı.

Şimdilerde insanlar bırakın eşyanın eskisine meftun olmayı insanın eskisinin bile yüzüne bakmıyorlar. Bana çok garip ve çok ağır geliyor bu durum. Oysa ben “dedesini, nenesini görmeden büyüyen çocukların eksik büyüyeceklerine inanırım” demiştim çok önce. Ve maalesef öyle çocuklar büyütüyoruz. Sonra da büyüklerine saygılı olmalarını bekliyoruz. Yanılıyoruz, hatta açık konuşayım ahmaklık ediyoruz.

Ezcümle bu kadar yeninin arasında, hatta bugün yeniyken yarın ve hemen eski olanın arasında eskiden gelen, eski olan, ruhu ve hissiyatı bulunan her ne varsa çok daha kıymetli bence.

 Yoksa neden her zamane zamanından şikâyet edip dursun ki?