Ortaya dökülen ifadeler, artık “iddia” sınırını çoktan aşmış durumda. Eski milletvekili Aykut Erdoğdu’nun iş insanlarından istenen paraların “bağış”, “destek” ya da “parti katkısı” süsü verilerek siyasî bir havuz-fon sistemine aktarıldığına dair anlatımlar, düpedüz organize bir düzeni işaret ediyor. İtirafçı beyanlarında; imar, ruhsat, ihale ve reklam işlerinden toplandığı öne sürülen milyonlarca liranın özel jetler, dövizciler, kripto şirketleri üzerinden yurt dışına çıkarıldığı; paranın kaynağının özellikle gizlenmeye çalışıldığı anlatılıyor. Hafriyat masalıyla örtülmek istenen bu trafiğin merkezinde ise isimler net, yöntemler tanıdık, rakamlar ürkütücü. Bu, siyaset değil; sistematize edilmiş bir para organizasyonu iddiasıdır.

Daha vahimi şu: Ertan Yıldız’ın anlattıkları, bu düzenin tekil değil, kurumsal ve siyasî onaylı bir mekanizma olarak çalıştığını gösteriyor. Şirketlere baskı, “yardımcı olunmalı” telkinleri, CHP’ye katkı vurgusu, çantayla taşınan dolarlar ve “tamam mı?” sorusuyla alınan onay… Bunlar söylenti değil; tanık anlatımı. Bu tablo karşısında hâlâ “siyasi bağış” diyerek meseleyi geçiştirmeye çalışanlar, kamuoyunun aklıyla alay ediyor. Eğer anlatılanlar doğruysa —ki yargı bunu ortaya koyacak— ortada bir siyasi etik tartışması değil, çıplak bir güç ve para ilişkisi vardır. Bağırıyoruz çünkü susulacak yer çoktan geçildi: Bu düzen iddialarla değil, hesapla dağılacaktır.

///////////
12 YIL YALANIYLA KAMUOYUNU ZEHİRLEYENLER

“Bu dava 12 yıl sürer” diyenler hukuktan bihaber falan değil; bilerek yalan söylüyorlar. Bu söylem bir hata değil, alçakça bir algı operasyonudur. Yargıyı değil, kamuoyunu manipüle etmeye çalışan tiplerin ürettiği bilinçli bir provokasyondur. Türkiye’de yargılamaların hedef süreye bağlı olduğu, davaların makul sürede sonuçlandırılmasının anayasal zorunluluk olduğu ortadayken hâlâ “12 yıl” diye bağıranların derdi adalet falan değildir. Bunların derdi zaman kazanmak, sis yaratmak, hesap gününü ötelemektir.

Bu ülkede yüzlerce sanıklı, binlerce dosyalı davalar bile 3–4 yılda bitti. Buna rağmen 12 yıl masalı anlatanlar ya kamuoyunun aklıyla alay ediyor ya da hakikat ortaya çıktığında neyle karşılaşacaklarını çok iyi bildikleri için bağırıyorlar. Ne kadar bağırırlarsa bağırsınlar gerçek değişmez: Yargı algıyla durmaz, hukuk sloganla teslim alınmaz. Ve bu kirli manipülasyon, sahiplerini deşifre etmekten başka hiçbir işe yaramayacaktır.
////

SAYGI ÖZTÜRK BU NUMARAYI NASIL YEDİ?

Türkiye’nin en tecrübeli isimlerinden biri, yılların gazetecisi, faili meçhul dosyalar denince akla gelen ilk kalemlerden Saygı Öztürk… Ve bir gün telefon çalıyor. Arayan diyor ki: “Ben Yeşil’im.” Bu ülkede “Yeşil” denilen isim, devletin en karanlık yıllarının, Susurluk’un, JİTEM iddialarının simgesi. Böyle bir iddia, öyle telefonda “ben Yeşil’im” diyen biriyle yazıya dökülecek bir şey mi gerçekten? Gazeteciliğin en temel refleksi şudur: İddia olağanüstüyse, teyit de olağanüstü olur. Burada olan ise teyit değil, bir hikâyeye kapılma hâlidir.

Sonrası malum: İçişleri Bakanlığı çıkıyor ve tabloyu tek tek koyuyor ortaya. Aramalar açık cezaevinden yapılmış. Arayan kişi “Yeşil” falan değil; C.A. isimli bir hükümlü. Adam öldürme, yaralama, mala zarar verme… Yani ortada derin devlet değil, derin bir manipülasyon var. Üstelik dakikalarca süren görüşmeler, üç ayrı arama, santral kayıtları… Bütün bunlar gösteriyor ki bu bir “muamma” değil, bildiğin cezaevi numarası. Ve maalesef bu numara, tecrübenin, hafızanın, mesleki ihtiyatın önüne geçmiş.

Buradaki asıl mesele “Yeşil”in kim olduğu değil; gazeteciliğin nasıl tuzağa düşürüldüğü. Türkiye gibi algı operasyonlarının eksik olmadığı bir ülkede, her “efsane isim” iddiasının peşinden gitmek gazetecilik değil; gazeteciliği riske atmaktır. Hele ki bu ülkenin geçmişi, sahte ihbarlarla, sahte tanıklarla, sahte kahramanlarla doluyken… Kusura bakılmasın ama bu tablo şunu sorduruyor: Bu bir haber mi, yoksa bir hükümlünün gündeme gelme denemesi mi? Ve daha acısı şu: Yılların gazetecisi, basit bir cezaevi telefonunu “derin devlet dönüşü” zannedecek noktaya nasıl gelir? Bu soru, sadece Saygı Öztürk’ün değil, bütün mesleğin aynaya bakması gereken sorudur.

////////////////