Bir tiyatro koltuğunda oturmayı, ışıklar sönmeden önceki o hafif uğultuyu, sahne perdesinin açılmasına saniyeler kala içe çöken sessizliği seven bir adamım. Kültür-sanatla aram bir hobi ilişkisi değil; uzun soluklu bir dostluk. O yüzden bugünlerde sıkça kurulan şu cümle beni hep irkiltiyor: “Televizyon dizileri, dijital platformlar kültürü öldürdü.” Hayır, öldürmedi. Sadece şeklini değiştirdi. Kültür zaten hep bunu yapar.

Bir zamanlar meddah vardı, sonra tiyatro salonları doldu. Radyo geldi, “insanlar artık okumaz” dendi. Televizyon çıktı, “tiyatro bitti” diye feryat edildi. Şimdi dijital platformlar var ve aynı panik yeniden sahnede. Oysa mesele araç değil; niyet ve içerik. Hikâye anlatma ihtiyacı insanın genetiğinde var. İnsan hikâyesiz yaşayamaz. Hikâye neredeyse, kültür de oradadır.

Bugünün dizileri ve yayın platformları, doğru okunduğunda, kültür-sanat saatinin düşmanı değil; aksine onun gizli müttefiki. Bir genç üç sezonluk bir diziyi soluksuz izliyorsa bu tembellik değil, anlatıya duyduğu açlıktır. O açlık iyi bir metinle, güçlü bir karakterle buluştuğunda tiyatronun, romanın, serginin kapısını aralar. Bir dizide duyduğu bir monoloğun peşine düşüp sahnede canlısını izleyen seyirciyi az mı gördük?

Elbette her içerik kültür değildir. Nasıl her sahne tiyatro değilse, her dizi de sanat değildir. Ama bu, bütün mecrayı çöpe atma gerekçesi olamaz. Aksi halde televizyonu, sinemayı, hatta romanı da bir kalemde silmemiz gerekir. Çünkü zayıf oyun da vardır, kötü roman da. Kültür-sanat artık tek bir salona, tek bir saate, tek bir sınıfa ait değil. Dağıldı, çoğaldı, evlere girdi. Akşam sekizde takım elbise giyip tiyatroya gidemeyen biri, gece yarısı bir dizide insan ruhunun karanlık bir köşesiyle yüzleşebiliyor. Bu da bir kültür temas noktasıdır; küçümsememek gerekir.

Ama bütün bu yeni mecraların cazibesine kapılıp sahne sanatlarını hayatımızdan sessizce çıkarmaya da gönlüm razı değil. Çünkü sahne başka bir şeydir. Orada “dur” tuşu yoktur, geri saramazsınız, kaçırdığınız bir bakışı algoritma size tekrar sunmaz. Aynı anda aynı nefesi alan insanlar vardır; oyuncuyla seyirci arasında görünmez ama çok gerçek bir bağ kurulur. Işıklar söndüğünde salonda oluşan o toplu sessizlik, evde ekrana bakarken yakalanamayan bir hâl yaratır. Oyuncunun sesi titrerken sizin de içiniz titrer; bir repliğin sonunda alkış mı gelmeli yoksa derin bir suskunluk mu, buna birlikte karar verirsiniz. Sahne sanatı canlıdır, risklidir ve bu yüzden değerlidir. Her temsil biraz farklıdır; hata payı vardır, sürpriz vardır, insan vardır.

Ben hâlâ tiyatronun yerinin ayrı olduğuna inanıyorum. Canlı temasın, nefes alışverişinin, sahnedeki hatanın bile kıymetli olduğuna… Ama şunu da kabul ediyorum: Bugünün dizileri ve yayın platformları, doğru üretildiğinde kültürün önsözü gibidir. İnsanları hikâyeye alıştırır, merak uyandırır, kapıyı aralar. Yapılması gereken şey “eskiden daha iyiydi” diye homurdanmak değil, bugünü ciddiye almak. Diziyi izleyen genci hor görmek yerine ona sahnenin, kitabın, konser salonunun yolunu göstermek.

Çünkü kültür-sanat bir kale değildir; korunacak diye içine kapanılan. Bir nehir gibidir: Bazen yatağını değiştirir, bazen taşar, bazen sessiz akar ama akmayı hiç bırakmaz. Hikâye anlatıldığı sürece, perde açıldığı sürece, o nehir akmaya devam eder.