Öyle görünüyor ki kapitali merkeze alan küreselleşme sürecinin sonrasında artık uluslar, “yok olma” tehlikelerinden daha fazla endişeliler…

Bu endişenin kaynağı, ulusları ve onlara ait olanları tamamen belirsizleştirerek, kendisine ait tekdüzeliği dayatan kapitalizmden başkası değildir…

Küreselleşmenin şehvetine kapılan fakat daha sonra bu tehlikeyi fark eden milletler, bu süreçten geriye dönerken de ciddi bedeller ödüyorlar…

Neticede kendi kültürüne, özüne dönmek isteyen ya da elinden alınmış hürriyetinin farkına varan toplumlar, dengelerini bulmaya çalışırken de yine kendilerini birçok çatışmanın içinde buluyorlar…

Bugün özellikle acının merkez üssü haline gelen İdlib, bu mücadelenin siklet merkezine dönüşmüş vaziyette…

Bugün ki Ortadoğu, tıpkı Alman yazar Hans Magnus Enzesberger’in de ifade ettiği gibi âdeta teşkilatlanmamış gruplar eliyle “moleküler savaş”lara itilmiş durumda…

Yine toplumlar bu değişen savaş koşulları sebebiyle de neredeyse, Joseph S. N.’nin ifade ettiği gibi “yeni kabilecilik” anlayışı etrafında bir hareket sergilemeğe başaladılar…

Kendilerini gittikçe daha az güvende hisseden guruplar, kendisini oluşturan en alt inanç ya da etnik aidiyetlere kadar küçülme eğilimi gösteriyor…

Bu durum, elbette bir yandan kapitalizmin belirsizleştirdiği, kimlik ve aidiyetleri tehdit eden alandan kurtulmanın bir çabası gibi görünse de, bir diğer sebebi yine farklı ama bir başka küresel aktör eliyle, başka bir kazanca dönüştürülmenin sancılarını içinde taşıyor…

Bölünmüşlüğün güçlendirdiği yağma ve istila sarmalı her geçen gün daha fazla güç kazanıyor…

Yani küresel aktörler dünyayı tek tipleştirirken farklı, parçalarken daha farklı spekülasyonlarla sömürüyorlar…

Bu noktada ne yazık ki sömürülen guruplar, “edilgen” bir konumda gibi görünüyorlar.

Kendi kararlarını almaktan aciz konumda görünmek, itiraz edilen en önemli nokta gibi görünse de bu, gerçeği değiştirmeye maalesef tam olarak yetemiyor…

Bugün İslâm coğrafyasından yükselen itirazların önemli bölümü maalesef yine sadece itiraz mertebesindedir…

Hâlâ bir birlik ve bu birliğin yeterli gücü oluşamamıştır. İbre hâlâ bölmek isteyenlerden yana görünüyor…

Bugün, İslâm coğrafyasının omuzlarında âdeta bir vebal gibi duran şey, kendi inancının emrettiği yerde durmaktır…

Bu anlamda önemli bir tarihsel yol ayırımındayız…

Ya Peygamberimizin Medine Sözleşmesi’nde, Veda Hutbesi’nde ifade ettiği kuşatan, çatıştırmayan, müttefik kılan inanç ve değerleri hâkim kılmayı başarıp izzete ereceğiz ya da F. Fukuyama’nın, “Tarihin sonu mu?” tezindeki kadar derin çatışmalarla, “gerçekten” yok olacağız.

Bugünkü çatışmalara bakıldığında maalesef bir adım önde gibi duran Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezi ise maalesef bir başka çıkmazımız olma yoldu…

Bir molekülün bütünün içindeki fonksiyonunu göremez ve tek başına güç atfedersek bir “hiç” olacağını unutmayalım…

Farklılıkların varlığını inkâr etmeden ama asıl gücün de “birlikte olmak” olduğunu hayata hâkim kılmak zorundayız…

Birbirine kızgın ya da dağınık hâldeki milyarlar, sadece sayı olarak kalırlar…

Sonuçta makro ile mikro arasındaki ahengin bozulması en derin çatışma sebebi olarak kendini ortaya çıkarmıştır…

Netice ise sadece şudur: O, sayıların organize olarak ürettiği “bir milyar” değil, sadece bir milyar tane birdir…