Zafer ve yenilgileri insanların arasında dönüp durduğunu söyler Kitap…

Zaferlerimizi yüceltip yenilgilerimizi unutmayı isteriz. Zaferlere şükredip yenilgileri cesaretle kabul etmeli değil miyiz hâlbuki. Her ikisi de bize dünyanın gerçekliğini öğreten veya hatırlatan yükseliş ve alçalış dönemleri…

Eskiler ömür için “an-ı seyyale” derlermiş… Akıp giden bir an yani. Göz açıp kapayıncaya kadar yaşanıp biten bir emanet.

Bir bakıma, yaşamak insanın ellerinin arasından kayıp dökülen su gibi bize ait değil. Bizim olmasını istediğimiz veya bize ait olduğunu düşündüğümüz her şey gibi…

Göz açıp kapayıncaya kadar bütün güzel şeyler geçip gidiyor. Zor olan zamanların geçmesi biraz daha güç belki de… Ama eninde sonunda onlar da geçiyor.

Anlaşılan hepimizin bildiği, şu hat yazısıyla duvarları süsleyen meşhur cümleyi kuran kişi fazlasıyla güngörmüş-geçirmiş bir kimse. Derinden bir iç çekerek “Bu da geçer Ya Hu” demiş olmalı… Çünkü geçmeyen hiçbir şey yok. Tabii ki “illa vechehü”…

Baharda mısır patlağı gibi bir kaç gün içinde patlayan kiraz çiçeklerinin zamanı geçiverir. Seherde çimenlerin üzerine çisiltiler serpiştirerek düşen kırağı, güneşle karşılaştığında birden bire buharlaşır uçuverir. Kelebeklerden bazıları 20 gün yaşar, bazılarıysa sadece bir gün. Yani gün doğar, batar ve hayat onlar için sona erer. İnsanlar da kimi doğumda, kimi cephede, kimi yatağında, kimi hiç umulmadık zamanda çeker gider bu dünyadan. Doğumda, 1 yaşında, 20 yaşında, 70 yaşında, 110 yaşında, ama er ya da geç bu acı “tadılası”…

Hemen her çocuk çocukluğunu bitirip büyümeyi hayal ederken, hemen her genç gençliğinin kendisine sonsuz kalacağı zannındadır.

Her gün ömür ağacımızdan bir yaprak gibi salına salına yere düşer. Her düşen yaprak, yerde sararmış hazeller arasında büyük bir bütünün küçücük bir parçası olarak ezeli geri dönüşümde yerini bulur.

Kalıcı olmayan her şey vadesiyle gelip geçer ve gerçekten geriye kalanlar, gözlerimizi son defa yumduğumuzda beraberimizde taşıyabildiklerimiz olur… Büyük arzularımızı, doymak bilmeyen açgözlü isteklerimizi, anlamsız hayallerimizi heybemizde götüremeyeceğiz. Bugün aşkla bağlandıklarımız, uğruna canını vermeye hazır olduklarımız ve kıyamadıklarımız, olsa olsa o daracık kapının eşiğine kadar taşıyabilecekler bizi. Bu gerçekliği kalbimizle hissetmedikçe dünya, zihnimizde gerçek yerine oturmayacak.

Bir de ayrılıklar vardır ölüme kardeş gibi. Hiç ayrılık görmeyen insan var mıdır bu hayatta? Küçük ya da büyük ayrılıklar, mahrumiyetler, yoksun kalışlar…

Çünkü dünya, her canlı için Dede Korkut’un söyleyişiyle “gelimli-gidimli”; “ölümlü-yitimli”…

Şehriyarın ağzıyla dersek:

“Bilmezidim döngeler var, dönüm var,

İtginlik var, ayrılık var, ölüm var.”

Bu arada on yıllar öncesinden yine içten içe belli belirsiz bir müzik sesi fondan kulağıma dokunuyor. Sanki bütün sıkıntılarımıza cevap gibi: “Bu da geçer, neler neler geçmedi ki?…”

Her zaman güzel başlıklar insanın içine dolmuyor. En olmayacak zamanda bir zaferi kutlarken bile bir hüzün ve melankoli insanı kuşatabiliyor. Belki de arada bir hüzünlü olmak insan olmamızın gereklerinden biri.

Her neyse işte, her canlı bir ömür sürer; sakin veya hızlı, acılı-tatlılı, duygulu duygusuz yaşar gideriz. Bu arada herkes heybesinin genişliği kadar dersini toplar… Kimisi sınıfta olduğunu unutur, kimisi hayatın bütününü bir teneffüs olarak algılar…

Portekiz’de Coimbra’da bir otel odasında gece saatin ikisinde içimde birikenler şimdilik bunlar diyelim.

Çağıl çağıl derinlerden kopup gürüldeyen ve çevresine gümrah taşkınlar vererek yatağının çeperlerini zorlayan duygu dünyalarımız vardır. Heybemizde birikmiş uzun hikâyeler, merak uyandıran maceralarımız, yüzlerimize yapışıp kalıveren acılar, hayretler, tebessümler… ve zaman acımasızca hükmünü icra eder.

Kırıla döküle toparlanarak; parçalana parçalana artarak;  çoğala çoğala büyüyerek; yana yana üşüyerek yüzümüzde bir meltem esintisi bırakarak ve kulaklarımıza tılsımını fısıldayarak geçip gider vakit, zaman, dehr, asır…

Uzun uzun güzel şeyler anlatmak istersin… İçindeki gürültülü ırmaklara, işaret parmağını usulca dudağına doğru götürüp “Bir susuver artık bakalım” dersin ve susarsın…