İlerleme, geçmişini anlayarak yaşayabilen toplumlar eliyle mümkündür. Hatırasına, ceddine, geçmişine ve köklerine saygısını kaybetmiş toplumların geleceği yoktur. Ancak bu, bugünü düne onaylatmak ve tarihi kişiliklerin kişisel karizmalarını değişmez kural kabul ederek ve bugünü, düne onaylatma çabalarına yaslanarak yapılamaz. Medeniyet, kültür ve ait olunan coğrafyada inşa edilen tarihi doğru bilmek, bir ilk adım olabilir. Meşrutiyet neslinin medeniyet anlayışına da ihtiyatla yaklaşmak gerektiğini göz ardı etmeden yeni ve doğru bir zihin inşasına ihtiyaç var.

İnsanın ve insanlığın yaşadığı serüvenin tarihi üzerine düşündüğümüzde yaşadığımız çağın, ataların yaşadığı çağlardan baş döndürücü düzeyde hızlı, yorucu ve kompleks olduğunu görürüz. İlkel aletlerle başlayan, tarımla yerleşik dünyaya bizi taşıyan yolculuk, dokuma tezgahlarının ve buhar gücü ile çalışan makinelerin hayatımızı kuşatması ile insanlık ve insan yeni bir zamana erdi ve hayat bulutsu ölüm makinesi atomun, hayatı yok etmek üzere hayatımıza girmesiyle yeni bir vakte erdik.

Neil Postman, Teknopoli isimli çalışmasında "… mekanik saatin icadının kimin çıkarlarına ve dünya görüşüne fayda sağlayacağını kim bilebilirdi? Saatin kökeni 12. ve 13. yüzyıl Benedictine manastırlarına dayanır. Saatin icadına yol açan saik, manastırın alışılagelmiş işlerine (örneğin bir günde yedi vakit ibadet edilirdi) az çok dakik düzenlemeler getirmek isteğiydi. … Mekanik saat dini ritüelleri tam zamanında yerine getirmeyi sağlayacaktı. Doğrusu bunu başardı da. Fakat keşişler, saatin sadece zamanı belirlemeye yarayan bir araç değil de aynı zamanda insanların eylemlerini eş zamanlı hale getiren ve kontrol eden bir alet olacağını öngöremediler. Bu yüzden 14. yüzyılın ortalarında saat, manastırın duvarlarını aşarak işçilerin ve tüccarların hayatına dakik düzenlemeler getirdi. Lewis Mumford'un da dediği gibi: ‘Mekanik saat, düzenli üretim, düzenli çalışma saatleri ve standart ürün fikirlerini mümkün kıldı.’ Kısaca, saat olmasaydı kapitalizm mümkün olmayacaktı.” Müslüman dünyanın Türkiye’sinde saat, A. Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü isimli çalışmasında anlattığı üzere bir zihin ayarlama ve “medeniyet değiştirme” aracı olarak anlamlandırıldı. Ezana ayarlı vakitlerden, saate ayarlı vakitlere geçişle başlayan yeni modernleşme aynı zamanda alafranga bir hayata geçişi anlatıyordu. Yeni ve ödünç bir kültürel tercihle karşı karşıya kalan toplumun, intibak sorunlarını gözlemlemek için Cumhuriyet’in birinci ve ikinci neslini anlatan romanlara bakmakta fayda var. Mesela kasabaya inmek zorunda olan köylülerin emanet şapka arayışları bu meselede tipik ve çarpık bir örnektir.

“Medeniyet değiştiren” bir toplumun fertleri olarak ödünç değerlerle yaşamaya karar verdiğimizden itibaren ne kendimize ait bir hayatla ne de ödünç aldığımızı düşündüğümüz hayatla, yaşanmaya değer bir hayat inşa edemedik. Bu durumu doğru tespit eden mustarip zihinlerden biri de Alaeddin Özdenören’dir. İman ve İslâm nam eserinde, “Kendi ahlâkî varlığından uzaklaşan insan önüne açılan kuyu tuzakların içine düşüyor, bu tuzaklarda çırpınıp duruyor. Çağdaş insanın en büyük sorunu kendisini anlayamaması.” tespitini yaptıktan sonra “Batı uygarlığı ve ona bağlı olarak Batı yaşama tarzı ‘ölümü unutma’ temeli üzerine inşa edilmiştir.” diyecektir. Batı ve Batı düşüncesi tarihi boyunca adalet ve insan haklarından bahisle insanı ve insanlığı öldürmüş; yeryüzünü kurduğu sömürü düzeniyle adaletsizliğe mahkûm etmiştir. Herkesin bildiği bir gerçeklikle çikolata aldığınızda kakaonun anavatanı Kongo’da milyonlarca insanın katledildiğini ve yeterli miktarda verimli olmadığı düşünülen insanın elinin kesildiğini, eli kesilen insanların verimliliği daha da düşünce çocuklarının veya yakınlarının çocuklarının elinin kesilerek cezalandırıldıklarını hatırlıyor musunuz? Belçika üretimi ‘kesik el çikolatası’nın hâlâ üretimde olmasının ve turistik bir ürün olarak satılmasının çağdaş dünyaya verdiği mesaj üzerine düşünmeye değmez mi?

Türkiye istikrarlı ve yaşanılabilir bir gelecek ideali için kimliğini, iklimini, aidiyet paradigmasını yeniden tarif etmek ve ödünç değerlerden arınmak vaktindedir. Tanzimat’la başlayan ve Cumhuriyet’in ilanıyla laik-pozitivist bir yönelimle sömürü, zulüm ve baskı ile insanlığın yüz karası bir tarihe imza atan Batı’nın uydusu haline getirilen ülkemiz, eğitim ve kültürünü yeniden yapılandırma tercihini de yapmak zorundadır. Niteliksiz diploma sahibi sayısal çoğunluk yerine, çalışan ve katma değer üreten bir anlayışa geçmelidir. Apartman dairesinde kurulan fakültelerin dağıttığı hayal kırıklığı diplomalar yerine, dört yıl önce hayata atılan ve çalışan birinin ülkesine, ailesine katkısının yanı sıra edineceği iş deneyimi ile daha iyi imkânlarla yaşama imkânı bulacağının farkında mıyız?