Konaklarda iftarlar, Şehr-i Şerif’e uygun olarak seremonilere dönerdi. İnsanlar sofraların başına oturur; hizmet edenler, sofranın başından her biri, oturanların tam dizlerine gelecek şekilde peşkirleri atarlar; fincan ve çubukları hazır ederlerdi. Hizmetçinin, peşkiri uzak mesafeden başarılı bir şekilde atması onun maharetini, ev sahibinin de ne kadar mahir hizmetçilere sahip olduğunu gösterirdi.

M. Yahya Coşkun

Dört ana başlık altında topladığımız Osmanlı’da Ramazan’ın ikinci başlığı, zenginlerin Ramazan’ı. Bu Ramazan’lar, genellikle konaklarda yaşanır. Ve konaklardaki Ramazan’ın en özel parçası da şüphesiz, iftarlardır. İnsanlar, birbirlerini iftara davet eder, birbirinden güzel sofralar kurar; yemeklerini ise bol tutarlardı. Çünkü iftara kaç kişinin geleceği genellikle önceden tahmin edilemezdi. Fakir fukara, davet beklemeden konaklara gidip iftar yapabileceğini bilir, bir kapıyı çaldığında hiç kimse ona hiçbir şey sormazdı.

Konaklarda iftarlar, Şehr-i Şerif’e uygun olarak seremonilere dönerdi. İnsanlar sofraların başına oturur; hizmet edenler, sofranın başından her biri, oturanların tam dizlerine gelecek şekilde peşkirleri atarlar; fincan ve çubukları hazır ederlerdi. Hizmetçinin, peşkiri uzak mesafeden başarılı bir şekilde atması onun maharetini, ev sahibinin de ne kadar mahir hizmetçilere sahip olduğunu gösterirdi. Top patlayıp ezan okununca önce envai çeşit iftariyelikler yenir, çorba içilir; sonra yemeğe ara verilirdi. Bu ara, namaz arasıdır. Namazlar kılınır, bu arada tiryakiler tütünlerinden birer nefes çekerler; sonra tekrar sofraya oturup yemeklerine devam ederlerdi. Bu, aslında bu gün bile doktorların teşvik ettiği yeme biçimidir. İftar sofralarında her daim sirke bulundurulur; iştah açıcı olarak sirke içilirdi.

Konaklarda da sarayda olduğu gibi diş kirası verilir, iftara gelen misafirlere, “Bu akşam bize misafir oldunuz, yemeklerimizi yiyip dişinizi yordunuz, diş kirası olarak bunu kabul buyurunuz” diyerek kadife keseler içinde paralar verilirdi.

Konak iftarlarını birkaç tarihi hatıra ile zenginleştirelim. Bir gün Yusuf Kamil Paşa, kabine üyelerini Bebek’teki yalısına iftara davet eder. Yemeğin sonunda da misafirlerine güzel çilekler ikram eder. Fakat kendisi dalgınlıkla çileği tuza bandırıp öyle yer. Yüzü buruşan Sadrazam, kabine üyelerinin haline güldüğünü görünce, “Aslında iyi oluyor, siz de deneyin” der. El mecbur, çileklerini tuza bandırıp yiyen kabine üyelerinden birkaçı, “Hakkınız varmış efendim, pek güzel oluyormuş” derler. Sadrazam, yüzünü buruşturup somurtan musahibe, “Sen ne diyorsun?” diye sorar. “Aman paşam! İftar sofrasında neyse ama bunlar, kabinede de aynısı yapıyorlar” der.

Sultan 2. Mahmut devrinin şeyhülislamlarından el açıklığı, kibarlığı ve cömertliğiyle bilinen Dürrizade Abdullah Mola’nın konağında verilen iftarlar da şehrin dilindedir. Şeyhülislamın iftar sofraları hakkındaki methiyeler 2. Mahmut’un da kulağına gelmiş; sultan da anlatılanları pek mübalağalı bulduğunu söylemiştir. Fakat sultanın aklına takılmış olmalı ki, bir gün maiyetiyle birlikte dolaşırken iftar vakti Abdullah Molla’nın Doğancılar’daki konağına giriverir. Başta sultan olmak üzere böylesi bir kalabalığın konağa gelmesiyle telaşa kapılan kahya ve uşaklar ne yapacaklarını şaşırırlar. Dürrizade, çalışanları teskin eder, ardından yemekler yenir. Sultan, yemeklerin nefasetini takdir ettiği gibi yemek kaplarının da çok zarif olduğunu söyler; yalnız hoşafın kabının diğerleri gibi müzeyyen olmadığını ifade eder. Dürrizade ise, “Kulunuz, hoşafın lezzetini bozmasın diye buz hoşafın içine attırmıyorum. Buzdan kase yaptırıp hoşafı içine koyduruyorum; bu sebeple kase pek müzeyyen değildir” der. Sultan, kasenin buzdan yapıldığını anlamadığı için “Pek utandım” demiş ve Dürrizade’ye “Sizin aşçı pek mahir; istersen sizin aşçı ile bizimkini değiştirelim” diye iltifat eder.