16. yüzyıldan başlayarak muhtelif devirlerde başta İstanbul olmak üzere Osmanlı Devleti’nin çeşitli şehirlerini ziyaret eden seyyahlar, birbirinden çok farklı zamanlarda birbirine çok benzeyen hadiselere şahit olmuş ve bunları da yine birbirine çok benzeyen cümlelerle ifade etmişlerdir. Aslında seyyahların şahitlik ettiği bu hadiseler, Osmanlıların gündelik yaşamına ait sıradan olaylardır; fakat bu sıradan olaylar, Osmanlı’yı, Türk’ü, yani bizi “biz” yapan ruhtur.

Örneğin, dört yüz yıllık uzun bir zaman diliminin herhangi devresinde kapalı çarşıya uğrayan seyyahlar, burada “siyah şapkalarıyla Ermenilerin, kuzu postu içindeki Bulgarların, siyah türbanlarının üzerine eski püskü şallar sarmış Yahudilerin, süslü Rumların” ve sair milletten tüccarların malını satmak için feryad edercesine bağırıp çağırdığını fakat bütün bu hengame içerisinde Türklerin gayet sakin bir şeklide oturup rızıklarını beklediğini söylerler. Rızkını bekleyen Türkler, kahve ve nargile içerler, günlük yevmiyelerini çıkaracak kadar satış yaptıklarında memnun olurlar ve namazı vaktinde kılmayı önemserler. Çünkü Türklerin önceliği, bu dünya değil öte dünyadır.

Seyahatnamelerin ortak özelliklerinden biri de Türklerin alış-verişlerinde bozuk mal, eksik tartı ya da benzeri hilelere tesadüf edilemeyeceği yönündeki şahitliklerdir. Yine Türklerin kendilerine has gururla diğer din mensuplarıyla ne kadar iyi geçindikleri, İstanbul’un birlikte yaşama örneği olarak ne kadar özel bir şehir olduğu asırlık seyahatnamelerin müşterek paragraflarındandır.

Bu ve benzeri örneklerin kısa bir özetini yapmak bile ciltlerce yazı yazmayı gerektir. Bu sebeple kendinden önceki seyyahların görüşlerine de atıfta bulunan eserlerden biri olan Vicente Blasco İbanez’in seyahatnamesinden örnek vermek istiyorum. Şöyle diyor İbanez; “Türkiye’ye yolculuk eden tüm yazarlar bu milletin ne denli haksızca yargılanmış olduğunu görerek öfkelenmiştir. Türk insanı iyi yürekli ve dürüsttür.” İbanez, bu görüşünü desteklemek için çok küçük bir örnek veriyor; “Huyunun yumuşaklığı hayvanlara karşı gösterdiği büyük saygıyla ortaya çıkar. Onlara kötü davrandığı görülmemiştir.”

İstanbul’un köpekleri de seyahatnamelerin değişmez kahramanlarındandır. İstanbul’a gelen, Galata Köprüsü’nden geçen, Yüksek Kaldırım’dan yukarıya çakan tüm seyyahlar, sokaklarda saltanat kuran köpeklerden bahsetmişlerdir. İbanez bu hususta da şöyle diyor; “Ünlü köpekler, burada işte, eski zamanlarda olduğu gibi sokakları dolduruyor, kaldırımları kapatıyor, taşıtların yolunu tıkıyor; sahipleri yok, Türk insanının bütün hayvanlara karşı duyduğu geleneksel sevgi ve şefkattan başka geçimlerini sağlayan şey yok.”

Sokak köpeklerini çirkin, tüyleri dökülmüş ve sokaklarda yürümeyi imkansız hale getiren şehir canavarları olarak hayal eden fakat İstanbul’a geldiğinde onları, pırıl pırıl nazik ve oyunbaz gören birçok seyyah gibi İbanez de şaşırır ve halkın köpeklere olan ilgisini şu örnekle özetler; “Sayıları yüzbinleri bulan sokak köpekleri için bir Fransız tüccar, Osmanlı hükümetine köpekleri itlaf edip postlarından yararlanmayı teklif etmiş, mahallelerdeki Türk halkı öfkelenmiş. Köpeklerini öldürmek ha!”

Ben, seyahatnamelerdeki bu gibi parıltılı cümleleri okuyup bugüne bakınca seyyahların, hayali bir ülkenin masallarındaki kahramanları ve onların başından geçenleri hikaye ettikleri duygusuna kapılıyorum. Sokaklarında köpeklerin saltanat kurmasına izin veren, ticareti vahşice bir yaşam tarzı olarak görmeyen, sürekli kazanmak gibi bir derdi olmayan ve öte dünyayı bu dünyaya tercih eden insanlar, ecdadımız değil de Binbir Gece Masalları’nın kahramanları olmalılar. Yoksa bu kadar kısa zamanda böylesi bir dönüşüm, başkalaşım pek mümkün gibi görünmüyor?