Cumhuriyet’in kurulduğu, kurucu felsefenin eski devirlerin izlerini silmek için tüm hatıraları hafızalardan kazımaya çalıştığı günlerde, millet savaşını tek bir cepheye indirgemişti; imanını korumak… Harflerden kıyafete bütün bir yaşamın değiştiği dönemde, yalnızca imanını korumaya çalışan halk, kültüre dair meseleleri öteledi. Avucunun içinde bir kor olarak gördüğü imanını muhafaza mücadelesinden dolayı zevk-i selimi öteleyen; fakat bir müddet sonra yeniden sanat ve estetiğe dair eski defterleri karıştıran halk, bu sefer de önünde hakiki mirasını değil, kendisine “öğretilen” kültürel mirası buldu. Bu yüzden Rum eğlencelerini Osmanlı adeti, Tanzimat bilgisini Selçuklu bilgeliği sandı. Bu ve benzeri sebeplerden dolayı kültür ve sanata dair birçok şey Müslümanlar arasında da “çiçek-böcek işleri” gibi görülüp tahfif edildi. (Elbette her dönem buna direnen öncüler, ufkumuzu aydınlatan sembol şahsiyetler oldu.)

Maalesef ülkemizde iş başına gelen her iktidar, kendinden öncekinin uygulamaya başladığı kültür politikasını yıkıp yeni bir politika oluşturmaya çalıştı, desek mübalağa etmiş olmayız. Gerçi birçok hükümetin başı sonu belli, adı konmuş bir kültür politikası bile mevcut değildi. Asla tamamlanamayacak lanetli bir yapboz gibi sürekli bir tarafına bir şeyler ilave edilen diğer tarafından da bir şeyler eksiltilen bu politikasızlık yüzünden ortak ve milli bir kültür politikası oluşturulamadı. Her ne kadar şahsi gayretleriyle bir şeyler yapmaya çalışan kültür bakanlarımız olduysa da bahsettiğimiz, tarihi mirasımızın gereğini yerine getirebilecek ve yalnızca Kültür Bakanlığı’na hapsedilmeyecek kadar gerçekçi ve büyük bir politika oluşturabilmek. Nitekim böyle bir kültür politikası, yalnızca güzel sanatları teşvik etmek gibi bir cüz’e değil bütünüyle ilim ve teknolojinin tekamülünün, tarih felsefesinin gelişiminin, tüm müesseseleriyle devletin yeniden yapılanmasının ve Medinet’ül-Fazıla’yı mümkün kılabilecek gücün muharrik unsuru olacak makro bir politikayı kapsayacaktır. Şimdi, Yeni Türkiye’nin kapılarını aralarken önümüzde böylesine mühim bir meselenin olduğunu asla unutmamalı, Yeni Türkiye’nin inşaasını medeniyetimizin ihyasına bağlamış olmanın verdiği kuvvetle yeniden kolları sıvamalıyız.

Çalınan/yurt dışına kaçırılan tarihi eserlerimizin geri getirilmesinin hızlandırılması, onarılmayı bekleyen taşınmaz kültür varlıklarımıza gösterilen alakanın artırılması, taşlarının arasında otlar biten, hatta fidanlar büyüyen tarihi mirasımızın yok olmasının engellemesi, coğrafyamızın her tarafındaki eserlerimizin envanterinin çıkarılması, önceliklerimiz arasında olmalı.

Bununla birlikte başta Muhammed b. Ömer b. Vakıdi’nin Kitabül Megazi’si, Makdisi’nin Kitab’ul-Bedve’tt-Tarih’i, Kafiyeci’nin El-Muhtasar fi İlmit-tarih’i, Ebu Ahmed b. Miskeveyh’in Tecarib’ül-Ümem ve Teakib’ül-Himem’i, Sehavi’nin El-İlan bit-Tevbih Limen Zemme’t-Tarih’i, Suyuti’nin Eş-Şemarih fi İlmi’t-Tarih’i, Sibtibnül-Cevzi’nin Mirat’z Zaman fi Vefayat’il fuzalave’l Ayan’ı, Takiyyüddin Makrızi’nin Kitab’ül-Mevaizve’l İtibar biZikri’l-Hitatve’l Asar’ı, Mesudi’nin Mürucuz-Zeheb ve Meadinil Cevher’i ve Taberi’nin Tarih’ülümem ve’lMüluk’u olmak üzere bu ve benzeri kaynak eserlerin, yeni ve özenli tercümelerle ciddi basımları yapılmalı.

Şüphesiz bu mesele, bir köşe yazısının sınırları içerisinde hallolabilecek; hatta girizgahı yapılabilecek bir mesele değil. Ancak bu yönde ve bu şekilde düşünmeye başlamak bile büyük bir adımdır.