17. asrın başlarından itibaren kullanılmaya başlanan ve bir Türk icadı olan mahyalar için yabancı seyyahlar, “gökyüzündeki yıldızların yeryüzüne indirilmesi” derlerdi.

Yahya Kemal Beyatlı’nın mahyanın yüklendiği manayı anlattığı hatırası bu bahsi özetleyecek kuvvettedir.

Oyundaki ağa, kölelerinden birine “Selim!” diye seslenir. Sultan Selim de latife olsun diye “Buyurun!” diye mukabele eder. Bunun üzerine Hayalî, Hacivat’ı Karagözün önüne getirir, “Huzur-ı şahanede bir sürç-i lisan ettin ki, affı kabil değildir. Tövbe edip Hacca gideceksin” deyip mumu söndürür.

M. Yahya COŞKUN

Hilal görülüp Ramazan ilan edildiğinde camiler, minareler, mahyalarla süslenir; kapkaranlık İstanbul geceleri bu ışıklarla aydınlanırdı. 17. asrın başlarından itibaren kullanılmaya başlanan ve bir Türk icadı olan mahyalar için yabancı seyyahlar, “gökyüzündeki yıldızların yeryüzüne indirilmesi” derlerdi. Yahya Kemal Beyatlı’nın mahyanın yüklendiği manayı anlattığı hatırası bu bahsi özetleyecek kuvvettedir. Mütareke yıllarında, Yunanlılar ve Rumlar ellerinde mavi-beyaz bayraklarla ve çeşitli nümayişlerle İstanbul’un kadim bir Yunan kenti olduğunu haykırmakta, deyim yerindeyse şehri, mavi-beyaza boyamaktadırlar. Türklerin büyük kederler içinde olduğu o günlerde -bir Ramazan akşamı- Yahya Kemal, ecnebi bir arkadaşıyla birlikte Moda’da oturmuş, İstanbul’u izlemektedir. Karşılarında minarelerin aralarına gerilmiş mahyalarla süslenmiş bir İstanbul vardır. Ecnebi arkadaşı bu manzaraya bakıp “Bu şehir Türk’tür ve Türk olmasa, insaniyet güzelliğinden bir alem kaybeder… Rumlar, bir senedir bu şehri bize Yunanlı göstermek için ne çarelere baş vurdular, kendi evlerinden sonra Beyoğlu’nda Türk emlakini de maviye beyaza gark ettiler, siz ses çıkarmadınız, lakin bu akşam ne sizin, ne de hükümetinizin tertibi olarak minareler kendiliğinden öyle bir nümayiş yaptılar ki bu şehrin milliyetini tamamen gösterir” demiştir.

Önceki yazımızda da işaret ettiğimiz üzere Osmanlı’da Ramazan’ı dört başlık altında tasnif etmiştik. Bu başlıklardan ilki, Sarayın Ramazan’ı. Bu bahsi açmadan evvel saraydaki Ramazan’ın da devirlere göre farklılıklar arz ettiğini hatırlatmak gerekir. Adet üzere genellikle Recep ayının on ikinci günü Surre Alayı, Kabe-i Muazzama’ya doğru İstanbul’dan yola çıkar; bu vesileyle Ramazan hazırlıkları daha üç aylardan başlardı. Ramazan yaklaşırken sarayda hummalı bir çalışma başlar, özel temizlikler yapılır, mutfakta hazırlıklar tamamlanırdı. Malum, Osmanlı mutfağı çok özel bir mutfaktır ve bu özel ay için de hususi hazırlıklar yapılırdı.

Sarayın Ramazan’ının en belirleyici özelliklerinden biri huzur dersleridir. Genellikle İkindi vakti, padişah huzurunda yapılan ve huzur bulmak ümid edilen bu dersler, devrin en önemli alimlerinin, din adamlarının katılımlarıyla gerekleşir; başta Beyzavi Tefsiri olmak üzere tefsirler okunur, ders bitiminde de hocalara bohçalar, hediyeler takdim edilirdi. Tayyâr-zade Atâ, Tarih-i Enderun’unda huzur derslerinin, devletin kurulduğu zamanlardan itibaren daimi suretle icra edildiğini yazar.

Elbette sarayın iftarı da diğerlerininkinden farklıydı. Başta padişah sofrası olmak üzere, haremde ve diğer devlet ricalinin önünde kurulan sofralar, çok zengindi. Çeşit çeşit iftariyelikler, büyük sürahiler içinde envai çeşit şerbetler, şuruplar ve tabii yazmakla bitiremeyeceğimiz diğer yemekler bulunurdu. Sarayda iftarlar verilirdi; elbette kimin geleceği, kaç kişinin yemek yiyeceği önceden hesaplanır ve güvenlik tedbirleri de alınırdı. Ramazan’ın ilk gününden nihayetine kadar devlet erkânı, ümera, zabitan, askeri mektep öğrencileri ve diğerleri yüzlerce yuvarlak tahta sofranın etrafına oturur, yemeklerini yer, ayrılırken de diş kiralarlını alırlardı. Malum, diş kirası “Bu akşam bize misafir oldunuz, yemeklerimizi yiyip dişinizi yordunuz, diş kirası olarak bunu kabul buyurunuz” demektir. 2. Abdülhamit devrinin donanma zabitlerinden Emin Efendi, hatıratında, bir yıl zabitlerin hem Ramazan başında hem de sonunda iftar-ı seniyyeye davet edilip iki defa diş kirası aldıkları söyler ve bunun neredeyse bir servet demek olduğuna dikkat çeker.

Saray Ramazan’ına belki de en büyük manayı veren ise teravih namazıdır. Sarayda teravih, dışarıdaki gibi hızlı kılınmaz, bilakis aheste aheste ve her dört rekatın ardından neredeyse bir dört rekatlık namaz vakti beklenilerek, musiki icra edilerek kılınırdı. Enderun teravihi denen her rekatte ve aralarda farklı makamlarda ilahiler okunarak, musiki icra edilerek kılınan bu namaz, saray Ramazan’ının en önemli cüz’üdür. Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, saraydaki teravih namazlarıyla alakalı şöyle latif bir hikaye paylaşır: Sultan İkinci Mahmut, teravih namazının ilk dört rekatı kılındıktan sonra müezzinlik makamında bulunan Dede Efendi’ye, sonraki ilahinin şevkefza makamında okunmasını istediğini bildirir. O zamana dek henüz şevkefza makamında bir ilahi yapılmamış olduğundan diğer müezzinler ne yapacaklarını şaşırırlar. Dede Efendi ise “Hele namazı kılalım” der. Dört rekat tamamlanıp imam selam verdiğinde Dede Efendi, mezkur makamda bir ilahi söylemeye başlar. O dört rekatta şevkefza makamında bir ilahi bestelemiştir. Ziyadesiyle musiki bilgisi bulunan 2. Mahmut da bu besteyi fark etmiş, beğenmiş ve Dede Efendi’yi taltif etmiştir.

Ramazan denilince akla ilk gelen fakat maalesef günümüzde neredeyse kadim oyunlardan hiçbirinin oynatılmadığı Hacivat ile Karagöz’ü de analım. Yine Ali Rıza Bey şöyle anlatır: Hayalî Hafız, Sultan 3. Selim’in huzurunda Karagöz’ün Ağalığı isimli bir oyun oynatmaktadır. Oyundaki ağa, kölelerinden birine “Selim!” diye seslenir. Sultan Selim de latife olsun diye “Buyurun!” diye mukabele eder. Bunun üzerine Hayalî, Hacivat’ı Karagözün önüne getirir, “Huzur-ı şahanede bir sürç-i lisan ettin ki, affı kabil değildir. Tövbe edip Hacca gideceksin” deyip mumu söndürür. Sultan, alınmadığını söylese de Hayalî, “Ben böyle bir gaf yapmamalıydım. Madem yaptım; bu, sanatımı icra edemiyorum demektir” der ve bir daha Küşteri Meydanı’na çıkmaz.

Ramazan-ı Şerif’in on beşinci günü Hırka-i Saadet’i ziyaret etmek, saray Ramazan’ın değişmez merasimlerinden biriydi. Padişah, şehzadeler, sultanlar, kadın efendiler, ikballer, daha sonraları devlet ricali, Topkapı Sarayı’ndaki Hırka-i Saadet’i ziyaret edip yüzlerine sürerlerdi. Bu adet-i kadime, sultanlar ve harem, Topkapı Sarayı’ndan ayrıldıktan sonra da devam etmiş hatta daha mutantan hale gelmiştir. Bu husustaki ayrıntılar birçok hatıratta mevcuttur.

Yine Şehr-i Şerif’in on beşinci günü Yeniçerilere baklava ihsan edilir, her on kişilik nefere bir tepsi baklava verilerek Hırka-i Saadet’in ziyaret edildiği gün, askerlerin ağızları tatlandırılırdı. Kadir Gecesi’nde ise yine bir alay düzenlenir ve alâ-yıvâlâ ile Ayasofya Cami-i Şerif’ine gidilirdi. Sonraki dönemlerde Tophane’deki Nusretiye Camii ile Yıldız’daki Hamidiye Camii’ne gidildiği de olmuştur.