Kıymetli okurlarım;

Efendimiz (sas) “Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayınız!” (Müslim, Îmân 93-94; Tirmizî, Et’ime 45; İbniMâce, Mukaddime, 9) buyurmuştur.

Öncelikle sizleri selamların en güzeli olan Allah’ın selamı ile selamlıyorum…

Âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir

Dün, İslam Bilim tarihinin öncülerinden Prof. Dr. Fuat Sezgin Hocamızın vefatının 2. Sene-i devriyesi idi. Fuat Hoca nevi şahsına münhasır müstesna bir insandı. Yaptığı eşsiz çalışmalar ile batı dünyasının İslam Medeniyetini tanımasına öncülük etmiş değerli bir bilim insanıydı. Kıymetli eşi Sayın Dr. Ursula Sezgin ile beraber sahibi oldukları paha biçilmez kütüphanesini Türkiye´ye bağışlayarak İslam Bilim Tarihi Kütüphanesini kurmuştur. İslam Bilim Tarihi Vakfı’nın kurulmasına öncü olmuş ve bugün Gülhane Parkı’nın girişinde yer alan İslam Bilim ve Teknoloji Müzesi’ni milletimize kazandırmış, geride bıraktığı eşsiz eserleri ve talebeleriyle bilim tarihinde silinmez izler bırakmıştır.

Prof. Dr. Fuat Sezgin hocamızı rahmet minnet ve dua ile anıyorum. Eğer Yolunuz Gülhane Parkına düşerse İslam Bilim Tarihi Müzesini ve hocamızın kütüphanesini ziyaret ettikten sonra, hemen müzenin önünde yer alan kabrini ziyaret ederek Ruhuna Fatiha okumayı unutmayın.

İstanbul fısıldıyor…

Dostlar İstanbul sokaklarını dolaşırken özellikle Suriçi’nde dolaşıyorsanız karşınıza çıkabilecek birbirinden farklı hikâyelere hazırlıklı olmanız gerekiyor… Gelin bugün sizlerle birbirinden güzel bu hikâyelerden birine birlikte yelken açalım…

İstanbul’u gezeceğim deyip çantamı sırtıma takıp evden çıktığımda kendime bir rota belirlemem genelde. O günün beni götüreceği güzelliklere doğru yol alırım… Zaten belirlesem de genelde pek bu rotaya bağlı kalamam… Gittiğim bir yerden bir hikâyenin peşine düşer giderim.

O gün bir arkadaş grubu ile İstanbul’un saklı güzelliklerini ziyaret edecektik. Ben sabah namazı için Eyüp Sultan Hz.lerine gittim. Cami’den çıktım, bir bankta simit ve çayla kuş sesleri arasında kahvaltımı yaptım. Bugün bana eşlik edecek olan arkadaşlarım da gelmişti. Onlar da bende bu Eyüp Sultan’da başlayan bu ziyaretin nerede biteceğini bilmiyorduk… Ta ki Siyavuş Paşa Türbesi’ne gelene kadar. Bir taraftan anlatıyor bir taraftan yürüyordum… Bu türbe muazzam bir Mimar Sinan eseridir. Tam karşısında yer alan Sokullu Mehmet Paşa Türbesi dışarıdan sekizgen içeriden on altıgen görünüme sahipken bu türbe dışarıdan on altıgen içeriden ise sekizgen bir görünüme sahiptir. Tabiri caizse muazzam iki Sinan eserinin arasında kalmıştık. Türbenin etrafını dolaşıp dururken birden duraksadım Birkaç hafta önce Ayasofya Camii’ni ziyaret ederken 3. Murat Türbesinin eşsiz güzelliği arasında Siyavuş Paşa’yı hatırladığım gibi şimdi de Siyavuş Paşa Türbesi’nde aklıma 3. Murat gelince bugünkü rotayı çizmiş oldum kafamda. Rotamızın son noktası artık belliydi…

Arkadaşlar Siyavuş Paşa’yı unutmayın, ziyaretlerimizin son noktasında kendisini tekrar hatırlayacağız ama bugün biraz yorulacağız galiba dedim… Mesaj alındı, yolumuz uzun olacak. Ama bugün ziyaretlerimiz çok güzel bir hikâye ile sona erecek…

Haliç boyunca başladık yürümeye bir taraftan anlatıp bir taraftan yürümeye devam ediyordum. Haliç Köprüsü’nün hemen altında Ya Vedud Hazretleri, Hz. Kab Camii, Pazar günleri değil cuma günü ayin yapan Meryem Ana Ayazması derken Demir Kiliseye kadar gelmiştik. Her köşe başında bizi karşılayan hikâyelerle kimi zaman hüzünleniyor kimi zaman gülerek yolumuza devam ediyorduk. Arada çay içmeyi unutmadan tabi…

Artık yavaş yavaş günün sonuna geliyorduk. Bugün biraz uzun olmuştu neredeyse Unkapanı’na yaklaşmıştık…

Evet, dedim geldik!

Eski tütün fabrikası olan Kadir Has Üniversitesi’nin hemen arkasında dar bir caddede, Üsküplü Caddesi’ndeyiz. Bakın dedim burası Nalıncı Baba Mim Dede Türbesi… Öyle muazzam bir yapı değil ama unutamayacağınız bir anısı var… Bir kere bizzat buradaki defin işlemini sultan 3. Murat yaptı…

Rüyanın hikmeti…

Sultan 3. Murat o gün çok telaşlıydı. Garip bir hal içerisinde görünüyordu. Sanki bir şeyler söylemek istiyor ama söyleyemiyordu. Padişahın bu halini gören Siyavuş Paşa dayanamayarak sorar:

– Hayrola Sultanım, canınızı sıkan, sizi üzen bir şey mi var?

-Akşam garip bir rüya gördüm Paşa. Aklımdan çıkmıyor.

-Hayırdır İnşallah Sultanım.

-Hayır mı şer mi öğreneceğiz paşa.

-Nasıl yan Hünkârım.

“Hazırlan paşa, dışarı çıkıyoruz” dedi padişah. Tebdili kıyafet iki molla kılığında düştüler yola. Padişah hala gördüğü rüyanın etkisindeydi ve gideceği yere sanki önceden gitmiş gibi yürüyordu. Unkapanı civarında durdu. Etrafına daha bir dikkatle baktı. Tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine çarptı. Padişah sordu;

– Kimdir bu?

Orada bulunanlar cevap verdi:

– Aman hocam hiç bulaşma, ayyaşın biri işte!

– Nerden biliyorsunuz ayyaş olduğunu?

– Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz. Bir başkası lafa girer;

– Biliyor musunuz, aslında çok iyi sanatkârdır. Azaplar Çarşısı’nda çalışır. Nalının en iyisini yapar. Fakat kazandıklarını içkiye, fuhşa harcar. Evine şişe şişe şarap taşır.

Yaşlının biri çok öfkeli bir şekilde;

-İsterseniz bir de komşulara sorun. Sorun bakalım onu bir cemaatte namaz kılarken gören olmuş mu?

Bir süre sonra herkes dağılır. Bizim mollalar orada kala kalırlar.

Ölen sen olsan hangi camiden kalkmak isterdin?

Tam vezir de toparlanırken padişah yolunu keser:

– Nereye Paşa?

– Bilmem, bu adamdan uzak durmak istersiniz diye düşündüm Sultanım.

– Millet bu, çeker gider. Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle yerde yatan adam bizim tebaamızdır. Bizim milletimizdir. Defini yapmamız gerek.

– Saraydan birkaç hoca yollar kurtuluruz bu vebalden Sultanım.

– Olmaz paşa olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.

– Peki, ne yapmamı emredersiniz?

– Mollalığa devam. Naaşı kaldırmalıyız en azından.

– Aman efendim, nasıl kaldırırız? Yapmayın etmeyin sultanım, bunun yıkanıp temizlenmesi var, paklanması var.

– Merak etme paşa ben hallederim. Fakat önce bir gasil hane bulmamız icap eder.

– Şuralarda bir mahalle mescidi var.

– Olmaz paşa, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?

– Ayasofya’dan Süleymaniye’den, ya da en azından Fâtih Camii’nden…

– Ayasofya ile Süleymaniye’de devlet adamı çoktur, tanınırız. Ama Fâtih Camii’ni iyi dedin. Hadi yüklenelim…

Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa. Usulüne uygun bir şekilde güzelce yıkarlar ölmüş adamı. Naaş sanki güzelleşir. Manalı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de öyle. Kimsesiz nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine baya bir vakit vardır. Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır padişahın yanına;

– Sultanım, yanlış yapıyoruz galiba.

-Nasıl yani?

– Heyecana kapıldık, kimseye sorup sormadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı çocukları vardır.

-Doğru dersin paşa. Sen cenazenin başında bekle, ben mahalleyi bakıp geleceğim.

Nalıncı

 Baba o adsız

şansız bir Allah dostu

Padişah hızlı hızlı maceranın başladığı yere gider, sorar soruşturur. Adamın evini bulur. Kapıyı çalınca yaşlı bir kadın açar kapıyı. Padişah heyecanlı bir şekilde başlar anlatmaya, yaşlı kadın sakince dinler, sanki bu vefatı bekler gibidir:

– Hakkını helal et evladım, belli ki çok yorulmuşsun. Sonra eşiğe çöker, ellerini şakaklarına dayar gözleri kısılır ve başlar anlatmaya…

– “Biliyor musun oğlum?” diye dertli dertli söylenir. Bizim efendi bir âlemdi. Akşama kadar nalın yapar. Ama birinin elinde şarap şişesi gördüğünde, elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helâya.

– Niye?

– Ümmet-i Muhammed içmesin diye.

– Hayret.

– Sonra, malum kadınlarının ücretlerini ödeyip eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinlenin. O çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım nasihatler verirdim bu kadınlara…

– Bak sen! Hâlbuki millet nalıncıyı, şarapçı kadın düşkünü biri diye biliyor.

– Milletin ne sandığı umurunda bile değildi. O hep uzak mescitlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durulmalı ki tekbir alırken Kâbe’yi görmeli derdi.

-Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?

– İşte bu yüzden Nişancı’ya, Sofular’a giderdi ya. Hatta bir gün; Bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular seni kötü belleyecek. İnan cenazen ortada kalacak.

– Doğru, öyle ya? Kimseye zahmetim olmasın, deyip mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. İş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?”

-Peki, o ne dedi?

– Önce uzun uzun güldü, sonra; Allah büyüktür hatun, dedi. Hem Padişahın işi ne?

İşte Nalıncı Baba o adsız şansız bir Allah dostu. Rabbim onların yolundan gidenlerden eylesin…

Selam ve dua ile…