“Pamuk ipliğine bağlı hayatlar yaşıyoruz” dedi birisi…

Derin derin düşünmeye başladı diğeri…

Doğru ya! Zamanın görünmez eli örüyor etrafımızda tuğladan kemerleri.

Göz görmeden mahkûm oluyor insan, etrafında her ne varsa, hepsi kendi tercihleri.

Yıkık mısın? Mağrur mu? Delikanlı mısın? Yoksa üçkâğıtçı mı?

Hepsi senin tercihin…

Fakat tercih etmediğin tek şey var belki de şu hayatta. O da üç kuruşa talim etmek zorunda olmak. Yani fakirlik…

**

Adam usulca girdi kapıdan içeri… Gözleri hep görmeye alışkın olduğu masadaki evrakların üzerinde gezindi ilkin…

Ne yapsın işte, yine geldi? Yüreğinde derdi, elemiyle geldi ama belli etmedi.

Gülümsemeye çabaladı her zaman yapmaya çalıştığı gibi ve döktü içinde tuttuğu kederi, masadaki evrakların üstüne…

Islanmadı evraklar… Bilakis alev alır gibi oldu ama muhasebecinin ağzından çıkan sözler söndürdü birden masayı tutuşturmak üzere olan efkâr yangınını…

“Hallederiz inşallah abi” dedi yaşına hürmeten…

“Eyvallah” diye bir ses geldi müsterih olmuş bir gönülden…

**

Her ay yaşanan manzaraydı bu… Aylık geliri belliydi ve yetiremiyordu asgari ihtiyaçlarına bile… Para dışarıda gani… Yapılacak bir ton iş de var sorsan… Fakat öyle değil kazın ayağı…

Ne iş yaparsa yapsın, sebat etmeliydi… Yaptığı işin ilmine vakıf olduysa ve emek veriyorsa yılmadan usanmadan rızkına kefildi Yaradan…

Şu üç günlük dünyada tek meselesi daha fazla para kazanmak hatta çok para kazanmak olamazdı, olmamalıydı.

Bu uğurda adamlığını, vefasını, insaniyetini, hakkaniyetini ve her türden aidiyetlerini bir çırpıda kenara atamazdı ve atmamalıydı.

Meselesi çok para kazanmak ise bir insanın, ondan geriye ne kalırdı?

İşte cevabı zor soru…

Durup önünde yana yakıla düşünülecek bir soruydu bu, çok paranın yakıp yıktığı viranelere dönmeden önce…

**

 Yorgundu ama ümitsiz değil…

Bazen kendini köşeye sıkışmış gibi hissediyordu sadece, herkes kadar.

Peki ya, nefessiz kaldığı demler neydi o zaman… Olmadık zamanlarda bir titreme gibi kendisini tutan çilelenmeler neyin nesiydi?..

Zira kalbi bir çilehane gibiydi.

Kimselerin sesini duymadığı vakitlerde O’nu, alnından seccadesi öperdi.

Sessiz sedasız bir köşede semâya açılan ellerine konanlar, sonsuzluğun bahçesinden kanatlanan güvercinlerdi.

Kendisi değil beton duvarlarının soğuğuna kırgın olduğu şehir kimsesizdi.

Bir birinin acılarını görmezden gelen, bir birinin sevincine haset nazarıyla bakan insanların yüreğindeki yetimlikten öte bir acı olmazdı zira…

Umut fakirin ekmeğiydi.

Şimdi söyleyin bana o zaman, umut nerede? Fakir kim? Ekmek kimin?

**

Kulakları delen bir fırtına kopuyor derinden ama duyan hiç kimseler yok kendi telaşesinden.

Kimi yaşanan acılara banıyor ekmeğini, kimi süte yulaf katıp bir hışımla bitirmeye çalışıyor sofrasındaki ballı çöreğini…

Oysa acı eğitimdir, adamı insan eder. Zevkü sefaya düçar olursa kişi, kendini uçurumlara sürer.

Şimdi söyle Ey Dost, bal mı acıdan tatlı, yoksa acı mı baldan?..