Babamın hastalığının ilk evreleriydi, henüz yatağa mahkûm değildi. Üzerinde kalın yeşil hırkası vardı. İki elinin parmaklarını birbirine kenetlemiş kolları dizlerinin üzerindeydi. Kanepenin uç kısmına oturmuş, başını öne eğmiş ellerine bakıyordu. Beyin kılcal damarlarında tıkanıklıkla başlayan rahatsızlığı görme yetisinin iyice azalmasına yol açmıştı. Benim yanına geldiğimi gördü, hafifçe başını kaldırdı ve ben o an, kalın çerçeveli gözlüğünün ardında yaşaran gözlerini gördüm; babam ağlıyordu. 26 yaşındaydım, babam ağlıyordu ve ben bunu ilk kez görüyordum.

Niçin ağlıyorsun diye sordum, iç geçirdi ve “Necip Fazıl için, İstanbul için ve Tayyip Bey için” diye cevap verdi. İkimiz de sustuk, işte o zaman televizyonda Tayyip Erdoğan’ın sesinden yayınlanmakta olan Necip Fazıl’ın İstanbul şiirinden bir dize düştü kulaklarıma;

“Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar; Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar…”

İstanbul’un Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan hapse mahkûm olmuş ve cezasını çekmek üzere Pınarhisar Cezaevi’ne büyük bir kalabalık eşliğinde uğurlanırken baba evimdeki manzaraydı bu.

Hastalığı ilerledi, hafızası hiçbir şey kaydetmemeye başladı, görme yetisi tamamen gitti… Öyle bir zamana ulaştık ki, açlığını bile unuttuğu günlerde hatırladığı şeyler sayılıydı; abdesti, namazı, çocukluğu, çocukluğunun annesi, biraz Urfa, biraz annem, nadiren de olsa biz… Bir de nasılsın sorusuna mukabil istisnasız her seferinde ‘Tayyib! Tayyib!’ deyişi.

Urfa’nın medrese odalarında başlayan bir serüven, Urfa Lisesi’nde Büyük Doğu mecmuası okuyor olması dolayısıyla yolları benzer hassasiyetlere sahip arkadaşları ile kesişmiş, bu arkadaşları arasındaki Akif İnan üzerinden Maraş ekibi ile tanışmış, sonrasında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi yılları, Hilal Dergisi, Hilal Yayınları ve Fikir Yayınları çerçevesinde özetlenebilecek bir yayıncılık tecrübesi… Bütün bu hikâyede temas edilen çok sayıda kıymetli isim, çokça değerli müessese ve oluşum…

Babamı iyi tanırım. 1960’lardan 1994’e kadarki zor zamanlarda yürüttüğü yayıncılık hayatı boyunca Müslümanların derdi onun da derdi olmuştu. Prensipli, derinden, ayakları yere basan, hiçbir zaman ümitsizliğe düşmeyen, daima yüzlerine birer tebessüm eklenmiş cümlelerin yolu daima ‘iyi olacak inşallah’a çıkardı.

Çocukluktan çıkma dönemlerimde, ilk gençlik yıllarım boyunca epey muhabbet etmişliğimiz vardı kendisi ile. İslam, Kur’an’dan ayetler, Peygamber kıssaları, muhakeme yeteneğimizin gelişmesi hususunda kanalize edici sohbetler ve Müslümanların geleceği konulu uzun uzadıya sürüp giden konuşmalar… Gençliğimizin verdiği heyecanla, Müslümanlar, Müslümanların kurduğu yapılar için kurduğumuz ‘şu niye şöyle, bu niye böyle’ şeklindeki ‘acaip haklı’ ve kimi zaman da ‘öfkeli’ cümlelerimizi ‘önce kendimize bakacağız’ cümlesi ile taca çıkarırdı.

Tam manasıyla ümmetçi bir ev kurmuştu bizim için. Can Kardeş ile Türkiye Çocuk, Kadın ve Aile ile Mektup dergisi aynı anda girerdi bu eve. Bir elimiz İslam Dergisi’nde iken diğer elimizde Girişim olurdu. İktibas’tan ‘iktibaslar’ okumak da güzel bir şeydi Mavera’da Cahit Zarifoğlu’nun okurlar ve üretmek isteyen genç kalemlerle yazışmaları da…

Aslında babamın yapmaya çalıştığı şey, bir özgüven bina etme çabasıydı, bu aşikâr. Çünkü Türkiye’deki devlet kurgusu ve devlet tarafından örgütlenmiş toplum biçimi Müslümanların kendilerini ifade etmelerini engelliyordu. Buna bir de Müslümanların özgüven eksikliği eklendiğinde iş iyiden iyiye işin içinden çıkılmaz bir hal alıyordu. Yani apaçık bir sorun vardı ortada.

Belki de bu yüzden Ortaokul 1. sınıftan itibaren Refah Partisi Fatih İlçe Teşkilatı’nın müdavimi oluşuma, Beyazıt eylemlerinde yer alışıma, Vefa Lisesi’nde okurken Fethullah Gülen cemaatinin evlerine gitmeme, akabinde Müslüman Genç oluşumunu benimsememe hiç itiraz etmemişti. Buradaki hassas nokta şuydu; bir ayağım dışarıda arayış içindeydi ama bir ayağım daima evimizdeydi. Sadece bir tek şey söylüyordu babam; ‘sana güveniyorum ama dikkatli ol!’

Tayyip Erdoğan’ın böylesi bir atmosferin ve iklimin çocuğu olarak ortaya çıkışının ve akabinde bu ülke insanı tarafından cansiperane kabullenişinin onda var olan ‘özgüven’ duygusunun çıtasının çok yüksek bir yerlerde konuşlanmış olmasının çok önemli bir payı olduğunu düşünüyorum.

Bana kalırsa, bu özgüven, onun, daha evvel herhangi bir İslami oluşumla temas imkânı bulamamış, kendi içine kapalı kalmış Milli Görüş geleneğini başka İslamî unsurlarla bir araya getirmesini ve yüzleştirmesine imkân tanıdı. 1994 yılında İstanbul’a belediye başkanı olduğunda birlikte hareket ettiği, danışmanlık teklifi götürdüğü, istişare ettiği isimlere bakacak olursak görebiliriz bunu.

Türkiyeli Müslümanlar uzunca bir zaman içerisinde kaldıkları parantezleri kıra kıra bir amaç uğrunda bir araya geliyor ve toparlanıyorlardı. Bu küçücük hamle toplumu heyecanlandırıyor ve bu toplum coğrafyamıza dalga dalga yayılacak bir umudu göğümüze asıyordu.

Babam 2005 yılının Ocak ayında vefat etti. Allah rahmet eylesin. Üzerimde çokça emeği var. 1994 yılında yayınevini kapatmak durumunda kaldığında da hasta yatağında iken de Recep Tayyip Erdoğan onun yanındaydı; babam böyle hissediyordu, bunu biliyorum. Ve onun, kendi ifadesi ile ‘Tayyip Bey’in cezaevi yolculuğunda mısraların ardına gözyaşlarını dizerek gördüğü şey her ne ise eğer onu bugün ümmet coğrafyamızdakiler de görüyor.