1972’de gelmiş Türkiye’ye. Bey amca Bulgaristan Türkleri’nden olunca konuyu muhacir meselesi üzerinden uzaklaştırıp, Türklerin yaşadığı zulümlere getiriyorum. Bu, Suriyeli muhacirler konusundan daha risksiz bir konu çünkü. “Bulgarlar çok zulmetti değil mi, hele Belene Kampı’nda yaşananlar” diyerek ortak bir nokta bulmaya çalışıyorum. Yanılmışım. “Biz sonuna kadar hak ettik” demez mi? 

Hayretle yüzüne bakıyorum. “Türkler evlerine, camilerine  Türk bayrağı asıp Bulgarları tahrik ettiler. Yaşlıları hiç sorma: Burası Türk toprağı, bir gün yeniden Türkiye Bulgar’dan geri alacak buraları diyorlardı, onların gözlerinin içine baka baka. Camide Türk bayrağının ne işi var? Orası Bulgar toprağı artık. Bir türlü kabullenemediler” dedi bir solukta. Ben ise soluksuz dinledim.

Üniversiteyi Sofya’da bitirmiş. Konunun ikinci bölümünün Bulgar övgüsü olacağını bildiğimden, komünizm güzellemelerini dinlememek için yerimden doğruluyorum. “Burası çok bozuldu” diyor. Oturuyorum yine yerime. Yer dediğime bakmayın. Ortalama konforda bir termal tesisinin dinlenme odası burası. Altı yıl önce buraya gelmeye başladığında bu kadar “şey” yokmuş. AK Parti Hükümeti “kentsel dönüşüm” diye bir hadise başlatınca bu “şeyler” rutubetli, gecekondudan bozma evlerini verip karşılığında 2-3 daire alıp zenginleşmişler. Tatil yapmaya buralara geliyorlarmış. Fakat anlaşılan ruhlarına işleyen o koku gitmemiş. 

O “şey”in Anadolulu olduğunu anlıyorum. 19 yıllık iktidarın hastaneler, sağlık güvenceleri, yollar, okullar, insan gibi yaşanacak konutlar, köprüler ve barajlardan daha büyük başardığı bir şey var aslında. İki yüzyıldır ötelenen, hor görülen Anadolu insanına “özgüven” kazandırdı. Bundan daha kıymetli bir şey olur mu?

Türkiye’ye geldikten sonra devlet kendisine çok uygun fiyata ev vermiş, iş kurmuş, bir kaç gayrimenkul almış. Bulgaristan’da da bir kaç mülk. Euro ile kira aldığı için rahatmış. Üstelik iki ülkenin de vatandaşı.

Fakat söylediğine göre Hükümet Türkiye’yi çok kötü idare ediyormuş. “Doldular buraya” diyor, doldular… Doldum galiba. Fakat patlamayacağım. Usulca müsaade isteyip ayrıldım yanından.

Düşünüyorum da, İstanbul’un inşaatlarında tuğla taşımamış kaç Sivaslı vardır? Ekmeğini Rizeliler, Kastamonulular pişirir, mermerini Sinoplular döşer buz gibi inşaatlarda. Hamamlar Tokatlılara emanettir. Ayakkabısını Adıyamanlılar üretir. Kasabı balıkçısı Erzincanlıdır. Hurdasını Niğdeli toplar. Yükünü yıllarca Malatyalılar sırtlanmıştır, babadan oğula miras kalan semerleriyle. Bu liste uzar gider..

70 yıl şehrin varoşlarında, rutubetli evlerde yaşadı Anadolu insanı. Çalışıp didindi. Fakat öyle görünüyor ki, “bazılarına göre” ruhumuza sinen tezek kokusu hâlâ birilerinin burunlarında. 

Habertürk televizyonunda programcı  Muharrem Sarıkaya’nın gariban teknisyene attığı tokat var ya, işe o tokat aslında “sınıfsal iğrenmenin” en açık tezahürü. Bir üst sınıfa atladığını sanan, geride kalanın üzerine sinen kokuyu duyunca her şeyi yapmayı kendine hak görüyor.

Bu yazıdan “muhacir-Anadolu” kıyası yaptığımı sananlar ise boşuna heveslenmesin. Çünkü biz, 93 Harbi’nden bu yana Bulgar’ın zulmüne uğrasa da, bayrağımızı o zalimlerin inadına evinin damında dalgalandıran dedeyi daima çok sevdik. Nereden bilsinler farklı coğrafyalarda kalsak da, bizi birleştiren o “ravzanın kokusunu” 15 asırdır hep birlikte ciğerlerimizde soluduğumuzu.