Alarm çalar.
Koşar adım kahve yapılır, dişler fırçalanır, bir göz telefonda, diğer göz saate kilitlenmiş. Giyinilir, ayakkabılar apar topar bağlanır, metroya yetişilir.
İşe geç kalma! Toplantıyı kaçırma! E-postaları cevapla! Dosyaları tamamla!
Akşam oldu mu? Tabii ki hayır.
Spora da yetiş, markete de uğra, yemek hazırla, bir dizi aç, sosyal medyada birkaç tur at, WhatsApp mesajlarına cevap ver, “biraz da iş bakayım” diye bilgisayarı tekrar aç.
Yetiştin mi?
Hayır.
Yine olmadı.
Çünkü artık hiçbir şeye yetişemiyoruz.

Modern insanın ruh hâlini tek bir kelime özetliyorsa, o da bu: “Yetişemiyorum.”
İşe yetişemiyoruz. İlişkiye yetişemiyoruz. Aileye, arkadaşlara, hedeflere, trendlere, fırsatlara, beklentilere... Her şey bizden daha hızlı akıyor gibi. Ve biz, hep geride kalıyoruz gibi hissediyoruz.

Bu his öyle içimize işlemiş ki, günün sonunda her şeyi yapmış olsak bile, bir şeyleri kaçırdığımıza dair o sinsi huzursuzluk geçmiyor.
Çünkü mesele yapılacakları bitirmek değil, yetişme psikolojisinin içinde debelenmek.
O psikoloji ki, insanı sadece yorar, ama asla doyurmaz.

Durup düşünsek, belki de hiçbir şeye yetişmek zorunda olmadığımızı fark edeceğiz.
Hayat bir yarış değil ama biz onu maratona çevirdik.
Üstelik başlangıç çizgisi belirsiz, finiş çizgisi ise hiç yok.
Sadece koşuyoruz.
Kime?
Neye?
Niye?

Bu koşunun asıl amacı yok. Çünkü modern yaşam bizi bir “sürekli üretim, sürekli performans, sürekli meşguliyet” girdabına soktu.
Ve biz o girdapta savrulurken, kendimizi verimlilik tablosuna dönüştürdük.
Her boşluk vicdan azabı, her duraksama bir eksiklik hissi oldu.
Ama asıl eksiklik, nefes almamakta.

Yetişememek aslında bir başarısızlık değil.
Aksine, bir işaret.
Sistemin bize uygun olmadığını gösteren kırmızı bir bayrak.
Çünkü insan organizması bu kadar hedef, bu kadar uyaran, bu kadar plan için tasarlanmadı.
Günde yüzlerce bildirim, onlarca beklenti, saat başı alarm...
Hepimiz birer açık sekme gibiyiz.
Bilgisayar donmuş ama biz hâlâ yeni pencere açmaya çalışıyoruz.

Bu yazı bir “dur” çağrısıdır.
Çünkü bazen durmak, ilerlemekten daha cesurca bir harekettir.
Bir sabah kahveni eline alıp, saatine bakmadan sadece “Bugün hiçbir yere yetişmeyeceğim” diyebilmek, belki de en devrimci eylemdir.
Çünkü zamanın içinde kaybolmak değil, zamanla barışmak gerek.
Yetişmemek değil, acele etmeyi bırakmak gerek.
Belki de hayat, hız değil; ritim meselesidir.
Ve kendi ritmini bulan insan, hiçbir yere geç kalmaz.