Lüküs lambasına ispirto doldururdu dedem. Lüküs, hakikaten lükstü o zamanlar. Gaz lambası kullananlar orta seviyede, kandil kullananlar fakir, lüküs kullananlar zengin sayılırdı. Zengin değildik, gaz lambasının gazını hep idareli kullanırdık. Fakat dedem, ev içimizi zaman zaman lüküsle öyle bir aydınlatırdı ki her taraf sakalının akı kadar nura gark olurdu. Ve dedem hiç ağlamasın için dua ederdim. Biz ağlamayalım diye her zoru kolaylayan o adam ağlarsa dağlar üstümüze yıkılırdı elbet.

O zamanlarda kırlangıçların yuvalarını nasıl yaptıklarını hayranlıkla izlerdim… Yumurtalardan civcivleri çıkıp o çirkin yüzlerini yuvanın dışına uzattıklarında gagalarının sapsarı rengine hayretle bakardım.

Sanki bin küsur yıl önceydi. Sanırım o zamanlarda tanıdım ağlamayı bilen adamları. Bir eczacı kalfasının hoyrat tutumu karşısında, bir muayenehanede sıra beklerken numara veren sekreterin çiğ tutumuyla, yaşlıların karşısında bacak bacak üstüne atan yeniyetmelerin çirkin gülüşlerinde, ergenlerin ihtiyarları yok saydıkları sivilce çirkinliklerinde koca koca adamların, “Biz de yaşadık be evladım”, demeden içlerine gömüldüklerinde, ağlamanın da yeri ve zamanı olduğunu öğrendim. Hem de her kulun karşısında, hatta hiçbir kulun karşısında ağlamadıklarını gördük. Dağın karları nasıl erir ve dünyanın en duru suyuna dönerse; biz nasıl o erimeyi görmezsek işte öylece, biz görmeden bir dağ gibi kendine ağlar o adamlar. Zira, su azizdir. Ve aziz olanın kıymetini bilen gözler bir bir kapanırken, dağın yüceliği de görülmez olur.

O adamlar, ömrünü bir selama bağışlayacak kadar zengindiler. Hayatını her gün bir başka göz kırpışa verenlerin dünyasında bir selam nedir ki!

Alberto Vasquez’in o muhteşem romanı Tuareg’i okuyanlar ne demek istediğimi hemen anlamışlardır. Ya da dedelerinden bir masal dinleyenler anlattığım evreni hatırlayıp iç çekiyorlardır. Gasal Saya bir Tuareg lideridir. Kabilesine sığınan bir devrik lideri ölümü pahasına korur ve kollar. Canını ortaya koyar. Ülkenin askeri birliklerine karşı devrik lideri kaçırır. Zira misafir, hele ki sığınmış bir misafir kendi canından daha kıymetlidir. Denizi gördüğünde gözlerini kaçırır, utanır Gasal Saya. Çünkü denizin rengi aylardır görmediği karısının gözlerinin rengindedir. Mahcubiyet, ağlamayı bilen o eski zaman adamlarının yüzünde bir madalya gibi, dedemin aksakalı gibi parlardı.

Yirmi küsur sene önceydi. Rahmetli Erbakan Hoca’nın alnından şıpır şıpır ter damlıyordu… O gün, o mahcup, onurlu, mahremiyeti olan, başkaları için ağlayan insanların sancısı bir daha depreşti bende. Bir Mithat Enç kahramanı ya da Ahmet Yüksel Özemre kahramanı yoktu o gün karşımızda. Dedem kadar sahici bir adam vardı orada. Gözyaşlarını içine akıtan, dimdik duran ama çiğ, hoyrat, kaba, densiz dünyanın karşısında, bu dünyaya yadırgı ama başkalarının acısına kayıtsız kalamayan, hicap eden bir adam vardı. Dünyaya oruç tutmuş, ahirete iftar bırakmış adamların mutmain yüzüyle, insanın bir onuru olduğunu, onuru anlamayanlara sebatla, haliyle anlatan bir adam. Ağlamayı bilen ama gülmeyi iftara saklayan bir adam. Bazı gözyaşlarını o gözü yaratan siler ve bizler çoğunlukla bunun ne demek olduğunu pek anlayamayız. Gözyaşına arzu, heves, heva, itibar, kazanç, art niyet katmayanların gözünden düşen bir damla tüm hoyrat zamanları sele verirmiş de biz yine de gözün gördüğünü yorumlarmışız.

Her neyse… Demem o ki: Şükretmesini bilene ağlamak da gülmek de bir. Mühim olan şükreden adamlar tanıdım, hayatlarının zekâtıyla kurdum kendimi…