Bir baksan şu güzel deyip taklit ettiğin ucube diyara, onların neyini seviyorsun Allah aşkına? Neye güzel diyorsun? Onlar bedeni güzelleştirmiyorlar ki güzeli bedenleştiriyorlar…

Batı; insanlarımızın gözünde sanki ulaşılmaz bir seyyale, bir gezegen… Hatta -hâşâ- gücü yetse bazılarının kıbleyi o yana çevirecekler. Ona ulaşmak öyle zor ki! Ona varmak için, vuslatına ermek için önce onun gibi olmak gerekiyor. Ama hakkını verelim biz bu işi iyi beceriyoruz. Benziyoruz benzemek istediklerimize. Bunu belki de kimsenin yapamadığı ve yapamayacağı şekilde yapıyoruz. Omzumuzdan rütbeleri söküp öylesine, sıradan bir piyade olmaya meyledişimiz yeni değil zaten. Biz bu türküyü söylemeye başlayalı çok oldu. Önce yaşadıklarımızı sattık onlara, sonra gördüklerimizi, bildiklerimizi, göreneklerimizi, daha sonra “gel” dedi belki de, bilemem ama onun yamacına varmak için bineklerimizi dahi sattık. Ayak yalın baş açık, aklımızda geçmişin bütün izlerini de sildik ve gittik. Korkuyorum ki inandıklarımızı da satmış olalım birkaç kuruşluk metalara.

Nedendir bilemem lakin Batı bana hep karanlık yüzüyle gösterdi suretini. Onu her gördüğümde gözlerimdeki fer kayboldu. Gözüme hep sonuna “izm” eklemiş yalancı inançlarla düştü batının resmi. Hayır düşman değilim ona ama onların düşmanlıklarına sessiz kalamıyorum. Ve damarındaki kandan dahi ibret almayan insanlarımın kendi damarlarına onların kanlarını zerk edercesine onlara benzemelerine dayanamıyorum. Belki de o sebeple ayağında yırtık bir çarıkla tarla süren adamı bilmem kaç milyon liralık bir otomobille gezenlerden daha çok sevdim. Hele şu sultan kılığına bürünmüş ucubelere sevdalananları ve ona aşk derecesinde hayran olanları gördükçe daha bir alevlendi ateş derunumda. Ve hatta bazıları hayranlık dediğim o haddi de zorlayıp dalkavukluk kertesine vardırdı bu işi. Zira onun dedikleri, onun söyledikleri üzerinde tartışılmayacak, konuşulmayacak kadar gerçek ve doğruymuş gibi inandı bazıları. Şayet yanlış diyecek olsam inandıklarına onların, hakikati dile getirecek olsam elinden ateşi çalınmış Mecusi gibi feryad edip ateş ararlar. Lakin ne yapsam da alsam ellerinden o ateşi? Yine ateşe koşuyorlar. Bilmiyorlar ki garibanlar ateşi başka bir handa kendilerini yakmak için biriktiriyorlar.

Lakin ne çok sevdik onları, ah onlara nasılda çaresiz bir aşk ile maşuk ettik! Önce onlar gibi giyindik, sonra onlar gibi sevindik, onlar gibi eğlendik. Ayıp denen şeyi mubah ettik, haramı helal, gerçeği yalan ettik. Biz aslında kazandığımızı zannettiğimiz vakitte kaybettik. Kaybettiklerimizse önemli şeyler değil ha! Bir geçmiş, bir miras, on beş asır sadece ve belki de daha fazlası. Biz çok şey aldık onlardan doğru ama inanın ki verdiklerimiz aldıklarımızdan çok daha fazla ve ziyadesiyle kıymetli. Hoş kültür değişmesi denen bir kavram var. Farkındayım ve biliyorum ve muarız değilim ona yani ki karşısında durmuyorum. Ama pazarda bile aldığı zerzevatı seçerek alan biz bunca çok “çürümüş” şeyi ne yapacağız Allah aşkına?

Durun bir hikâye anlatayım da maksat hâsıl olsun. Hikâye bu ya; bir gün dişleri sökülmüş, yaşlı bir aslanın hüküm sürdüğü bir ormana düşer bir çakalın yolu. İlkin ona hürmet eder, ezilir büzülür yanında. Sonra anlar ki bu aslanın dişleri yok, pençelerinde derman kalmamış. Kendi sultanlığını ilan eder. Sonra etrafında toplanır o çakalın kendini çakal zanneden soyu asil kendi sefil bir sürü mahlûkat. Çakal onlara hükmeder onlar da çakaldan medet umarlar. Aslan ise bir köşede ölümünü bekleyedurur. Onun bu zayıf halini bilen çakal bir gün karşısına geçer, aslanın yapacağı çok şey yoktur zira ağzında ne o çakalı parça parça edecek dişleri ne de bir sillede yere serecek pençeleri vardır. Bakar ki aslan, çakalın açlıktan gözü dönmüş aslanın etlerini parça parça edip murdar midesini dolduracak. Yapacak başka bir şeyi kalmaz da atar kendini uçurumdan. Ve devam eder hikâye… Çakal kendini aslan zanneder ve hükmeder çakalı kendine sultan bilenlere…

Hikâye bu. Ama görüyor musunuz şimdi gönlümüzün istisnasız her yerinde bir çakalın pençe izleri var. Geçer elbet. Yara geçer, lakin izi kalır. Hadi bir merhem çalalım yaramıza. Ama o merhemlerin üzerinde de yine tuhaf harflerle güneşin battığı o diyarın lisanınca kelimeler yazıyor…

Ben daha ne diyeyim, şair öyle güzel söylemiş ki:

Bu halkın ruhunu, izanını boğmuş cehaletle

Çakal doğmuştur aslandan beşer şeklinde bir kitle

Neyzen Tevfik

Hayrolsun…