Bu yaşadığımız âlemde tesadüf diye bir şey yoktur kâri. Zira Allah vardır. Tesadüfmüş gibi görünenler varsa dahi onlar da olsa olsa tevafuktur ve muhakkak evvelinde bir inanmışlık, bir çaba ve bir gayret vardır. Öyledir ve öyle de olmalıdır zaten. Yoksa “Allah emekleri ziyan etmez” diye beyhude söylememiştir eskiler.

Tarih tesadüflerle var olmaz kâri, hiçbir şey rastgele ve peş peşe gelmez. Bazen çok eskilerde atılmış bir ok asırlar sorasında bir düşmanı öldürür –tabii ki mecazen söylüyorum-, çok evvelinden görülmüş bir rüya yüzlerce yıl sonra tabir edilir… Tarih tesadüflerle örülmez ve tesadüfün yeri yoktur tarih denen her anı bir evvelkiyle ilintili kumaşın üzerinde. Bir sonraki muhakkak ki bir evvelinin sonucu ve önceki sonrakinin sebebi oluyor bu deryada. Bazen biliyor ve bazen bilmiyoruz. Ama şunu söylemek lazım; genel olarak belki bütün milletler için ama özelde bizim için şöyle söylemek lazım, biz bu topraklara ne bir tesadüf eseri ne kanlı bir kaygı ne de salt bir dünya hırsı ile gelmedik. Daha evvelinden görülmüş bir rüya, çok eskilerden inanılmış bir maksat ile geldik. Hatta daha en başından beri en sonunda olacakları hayal ederek ve buna inanarak geldik. O ki gerçekleşmeyecek, vücut bulmayacak ve olmayacak bile olsa o yolda ölmeyi şeref sayarak ve ölenleri şehit sayarak geldik. Bu uğurda bedenlerini toprağa düşürenlerin ruhları şad olsun.

İstanbul, işte böyle ilmek ilmek örülmüş, rüya rüya görülmüş ve asırlarca hayal edilip o uğurda ölünmüş bir gayenin adıdır aslında. Şimdilerde belki kuyruklarındaki asırlık acılar yüzünden türlü saçma cümleler kurup da bu kutlu fethi “canilik, barbarlık” gibi laf bile olmaya kıymeti bulunmayan teranelerle anlatmaya çalışan ve hem de İstanbul’da, o güzel komutanın fethedip de gülzar eylediği yerde yaşayalar var. “Ayasofya kilisedir, siz neyin davasını güdüyorsunuz” diyen kanaatimce İstanbul’u hala Konstantinopolis zanneden ve kendileri de muhtemelen Bizans’tan kalan tuhaf insanlar var. Bazen yüzlerine tükürmek geliyor içinden insanın. Ama Mehmet Akif’in dediği geliyor aklıma, susuyorum: “Acırım tükürüğe, billahi tükürsem yüzüne…”

Neyse… Bu bir bahs-i diğer, geçelim…

“İstanbul hayali çok evvelden gönle kazınmış bir derttir” demeye çalışıyorum aslında sana. Ve Ayasofya İstanbul’un tapusudur ya madem. İşte o dahi asırlar öncesinden muştulanmış, başlar orada secdeye değsin, kubbesinde ezan sesi inlesin diye ta Hz. Peygamber zamanında ve O’nun tarafından bir gaye diye Müslümanlar’ın gönlüne konmuştur bu dert. Yani daha Hz. Peygamber zamanında bir gaye verilmiştir inanmış Müslümanlar’a. İsmi İstanbul olan bir gaye… İşte o zaman atılmıştır ilk ilmek… Ve İstanbul’un önlerine kadar daha o zamanlarda gelinmiş ve arkalarında izler bırakıp da dönmüşlerdir. Mezar taşları, sahabelerin mezar taşları, Eyyüb el- Ensari mesela… Zira inanıyor ve biliyorlardır ki onlar bir yerde haneniz değil, kabriniz varsa sizindir orası…

Sonra Pir-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi bir rüya görmüştür adeta, bir hayale inanmıştır. İman etmiş Türkler’e aynı maksadı nefes nefes üflemiş ve Anadolu’ya gidenlere aynı davayı söylemiştir. Zira Alaaddin Keykubat; Ertuğrul Gazi’ye,“Yolunuz nereye gider?” dediğinde o dahi yanındaki Yesevi dervişinin telkiniyle “Deryayı geçip devlet olacağız” demiş, İstanbul’u kastetmiştir. Daha belki de ömründe deryayı görmeden deryanın ortasında bir şehri hayal etmiş ve hatta hayalinde fethetmiştir.

Ve Osman Gazi ölüm döşeğindeyken bile oğluna “İstanbul’u aç gülzar yap” derken aynı maksadı, aynı gayeyi, aynı mefkûreyi söylemiş, aynı ateşi onun da gönlüne salıvermiştir. Dert aynı dert, dava aynı dava, maksat aynı maksattır. Ve tesadüf değildir hiçbiri.

Ve nihayetinde bu hayal Fatih Sultan Mehmed Han eliyle gerçek olmuştur. İstanbul bir hayalin adı, bir gayenin adıdır o yüzden. Ve Ayasofya… Fethin sembolü, Fatih’in emaneti, asırlar boyu canlar vererek yürünen bu yolda, inanılan bu davanın nişanıdır.

İşte onun için Ayasofya’yı açmak İstanbul’u yeniden almak olacak, Ayasofya’yı açmak yeniden doğmak olacak ve Ayasofya’yı açmak ölümden uyanmak olacak…

Zira artık vaktidir…