Geçen hafta “muhafazakâr camia”nın önde gelen sivil toplum kuruluşlarından birinin merkezine gittim. Mekân tertemiz, her şey çok güzel ve pırıl pırıldı. Son derece mutlu olmuştum. Beklerken “İşte Müslüman böyle olmalı. Tertemiz, bakımlı her konuda titiz ve hassas davranmalı. Hele İslami faaliyetler için çalışan bir kuruluşun bu konuda daha fazla dikkat etmesi gerekir. Helal olsun…” diye düşünüyordum. O sırada önümdeki sehpaya çayım konuldu. Bu hareket olumlu düşüncelerimi üçe katlayıp içimdeki takdir duygusuyla beraber ümitlerimi de artırmış ve yüzümde kocaman bir gülücük oluşuvermişti. Öyle ya tüm bu güzelliklerin yanı sıra bir de önünüzde çayınız varsa yüzünüz gülmeyecek de ne yapacak?  Teşekkür edip “Ben çayı şekersiz içiyorum” vurgusu yapanlara inat şeker atıp karıştırmaya başladım. Çayı karıştırırken etrafı incelemeye devam ediyordum. Bekleme salonunun hemen yanı çay ocağıydı ve tonton, muhtemelen emekli bir amca ocağa bakıyordu.

Çayımdan birkaç yudum almıştım ki söz konusu kuruluşun işlerini sözde çekip çeviren, o olmazsa hiçbir işin olmayacağı gençlerden biri içeri girdi. Belli belirsiz selam verdikten sonra ocağa gidip seslendi:

-Bana şekerli bi’ kahve yap!

Belki ocağın başında başka biri vardır diye baktım ama hayır, babası yaşındaki o tonton amca vardı. Bu adam acaba evinde eşinden kahve isterken de mi böyle konuşuyordu? Ya da annesinin elinden bir kahve içmek istediği zaman bu şekilde mi hitap ediyordu?

Az önce çayla beraber içimi ısıtan ümit çiçekleri birden solmaya başladı. Galiba işe yanlış yerden başlamıştık. Binalar, dev organizasyonlar, profesyonel kampanyalar çok güzeldi ama onlarla ortaya bir şey koyacak “insan” maalesef ortada yoktu.

Oturduğum yerde işe tersten başladığımızı ve bunu düzeltmenin acaba kaç nesle mal olacağını düşünürken içeri birileri girdi. Selam verip oturdular, çaylar geldi ve hararetli bir konuşma başladı. İçlerinden bir oldukça yüksek sesle konuştuğu için meseleyi anlamak hiç de zor değildi:

-Filanca abimizi filanca yerden aday yapacaktık da araya falanca girip işleri bozdu. Buna acilen müdahale edip onu durdurmalıyız…

Evet, işe tersten başlamıştık. Dünyayı fethetmek için yaptığımız silahlar, uçaklar, tanklar, füzeler pek işe yaramayacaktı. Çünkü onları kullanacak olan “şuurlu insan”dı ve maalesef henüz elimizde yeterince yoktu.

Aklıma Fatih geldi. Son günlerde yeniden tartışma konusu olan Ayasofya’yı, fethin sembolü olarak bizlere “emanet” eden Fatih… O Fatih, kendi yerli ve milli topunu yapmıştı. Ama bu topları cepheye sürmeden önce kullanıcıların kalitesini test etmişti. Tebdil-i kıyafet ile bir miktar yağ ve bal istediği esnafın kendisine sadece yağ verip “Balı da komşu dükkândan alınız, o henüz siftah etmedi” demesi üzerine “Bu millet böyle ahlaklı iken değil İstanbul’u, dünyayı fethederim” diyerek güvenle başlamıştı harekata.  

Yani Fatih, toplarına değil, topların gerisindeki ahlaka güvenip dayanarak fethetmişti İstanbul’u. Öyle ya, fetih ancak bireysel ego ve hizipsel çıkarlarından geçerek “ordu” haline gelmiş bir millete nasip olurdu…